Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk başbakanı, Atatürk’ten sonra da ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ölümünün 43’ncü yıl dönümünde düzenlenen törenlerle yine anıldı.
İlkokul Türkçesiyle çöp yazılar kaleme alıp duran birileri de yıllardan beri her sene-i devriyede yaptıkları gibi İnönü’nün “camileri ahır yapmadığı, milleti aç bıraktığını ancak ülkeyi savaşa sokmayarak evlatlarını koruduğu, çok partili sisteme geçerek memlekete demokrasi getirdiği” gibi kılçıksız yalanlar sıralayarak hala ne kadar cahil olduklarını, ne kadar cahil kaldıklarını yine ispat ettiler.
Bu arada, bir sözüm de sırf partili olduklarından dolayı kendilerini İsmet İnönü’yü sevmek zorunda hisseden CHP’lilere:
“Çoğunuz aydın insanlarsınız. Aydın olmanın gereği okumaktır. Okuyun kardeşim! Geçmişte kafanıza “doğru” diye işlenen aslında “yanlış” bilgilerden kurtarın kendinizi!..”
İsmet İnönü, 1884 yılında İzmir’de doğmuştur. Babası Reşit Efendi Malatyalı, annesi Cevriye Hanımsa Rumeli’den, Razgradlıydı. Babası Malatya’ya, Bitlis’ten gelmiştir. Bazılarına göre Kürt, kimilerine göre de Ermeni’ydi. Çünkü Malatya’da İsmet’in ailesi “Haçikler” olarak anılırdı. “Haçik” sözcüğü Ermenice’de bir erkek adıydı.
Ha! Kürt olsa ne yazar, Ermeni olsa ne yazar? İnsan olsun önce öyle değil mi? İnsan olsun, adam olsun, halkı açlık içerisinde kırılırken oğluna yurt dışından üstelik de gümrüksüz lüks spor arabalar getirtmesin! Devlet kesesinden kendi gırtlağı için son derece pahalı Bordeaux şaraplargetirtmesin ki, bu gün o şarabın 1947 yılında şişelenmiş olan “Château Cheval Blanc” serisinin fiyatı eski parayla tam 544 milyar 200 bin liraya satılıyor! Kürt olsun, Türk olsun, Ermeni olsun fark etmez, yeter ki adam olsun adam! Devlet kesesinden kendine som altından tıraş takımları sipariş etmesin!Bilardo, çocuklarına tenis topları istemesin, halktan olsun, halkçı olsun, kullandığı tıraş sabununu bile yurt dışından getirtmesin devletin milletin kesesinden!
Aslında genel olarak bilinen ya da sanılanın tam tersi özellikle son yıllarda İnönü’yle, Atatürk’ün arası hiç iyi değildi. Hatta bir ara öldürtmeye bile niyetlenmişti İsmet’i Atatürk!
Ölene dek hasta olduğu son yıllarda ziyaretine hiç gitmemiş, İstanbul’da yapılan tüm devlet erkanının katıldığı cenaze törenine de özellikle iştirak etmemişti!
“Mustafa Kemal Atatürk” ismi büyük biraşağılık duygusunun tetikleyicisiydi İsmet İnönü üzerinde.
Para ve pulların üzerindeki Atatürk resimlerinin kaldırılıp yerine kendi portrelerinin kullanılmasına itiraz etmeyen de budur.
Onun zamanında camilerin ahır yapıldığı, içinde at beslenip saman deposu haline getirildiği konusu da doğrudur. Acil ihtiyaçtan dolayı bu durum belki hoş görülebilir ancak, sadece bu maksatla kullanılmamıştır pek çok cami ülkede, aynı zamanda çatır çatır satılmıştırda!
Sadece camiler değil, tarihi miras da sırf para uğruna peşkeş çekilmiştir, Türkiye’nin 17 sene 11 ay süreyle en uzun zaman başbakanlığını yapan İsmet İnönü dönemlerinde.
Mesela İznik surları ve Tophane’deki pek çok burç üstü arsa olarak o dönemlerde satılmıştır, mesela Cumhuriyet Caddesi’ndeki caminin tapusu bu gün hala Memduh Gökçen üzerine kayıtlıdır.
“Türkiye’nin çok partili sisteme, demokrasiye İnönü sayesinde geçtiği” de koskoca bir yalandır.
Demokrasiye bu kadar düşkündü de 1946 yılında yapılan seçimlerde neden “açık oy, gizli tasnif” metodunu uygulamıştır peki?
Çok partili sisteme geçiş tamamen 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin yüzünü batıya ve Amerika’ya dönmesiyle birlikte oluşan şartlardan ötürü “seve seve”(!) meydana gelmiştir.
Yine pek çok CHP’li hala bilmez, başkası yaptı sanarak her sene ağıtlar yakarlar ama Cumhuriyet ruhuyla açılan Köy Enstitülerini kapatan da batının baskısıyla bu adamdan başkası değildir!
Korkaktır İsmet İnönü, tırsıktır!
Ve biraz sonra sizinle paylaşacaklarımın hepsi gerçektir, belgeye, bilgiye dayalıdır!
Bu günlerde Rize’de yeri değiştirilen Atatürk heykeli meselesi tartışılıyor; Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk’ün heykelini Çankaya’dan kaldırtıp tam 15 yıl boyunca kömürlüğe attıran da bu adamdır!
Doktor Rıza Nur’un anılarına, henüz çocuk olan Türkiye’nin imam nikahıyla İngiltere’ye verilmesine, Lozan’a hiç girmiyorum bile; sayfalar tutar, bu günkü tüm gazeteyi kaplamak gerekir!
Tam bir diktatördür; kardeşi Kambur Rıza onun sayesinde milyarder olmuştur.
Şaşırıyorsunuz bunları okudukça değil mi? Ne yazık ki hepsi gerçek.
Kurtuluş savaşı sırasında Hindistan’dan ve dünya Müslümanlarından gelen sandıklar dolusu altından hiç bahsedilmez ama resmi tarihin bize kapatılma gerekçesini “zaten kurtuluş savaşında işe yaramamıştı, ne gerek vardı” diye açıkladığı “halifelik kurumunun” bu günkü koşullarda Türkiye’yi İslam dünyasında ne kadar öne çıkarabileceğinin bilmem farkında mısınız?
Lozan görüşmeleri sırasında İsrail Devleti’nin mimarı, Siyonist Haim Nahum, İngiltere’yle, Türk Hükümeti arasında bir nevi arabuluculuk rolü oynuyordu.
“Hilafetin tamamen kaldırılması” fikrini sanki İngilizlerin arzusuymuş gibi İnönü’nün kafasına sokan ve uygulanmasını sağlayan da işte bu Haim Nahumdur!
İslam ülkelerinin birliğinden korkan Musevilerin arzusudur halifeliğin kaldırılması.
Biraz sonra oraya da geleceğim, bu Haim Nahum’un oğlu Bernar Nahum, Vehbi Koç’un ortağıdır. Vehbi Koç dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye öyle bir iş yaptırmıştır ki, o tarihte memlekette başka hiç kimse muktedir değildi böyle bir şeyi yaptırmaya!
Memlekette insanlar açlıktan kırılıyor, ülke beş kuruşa muhtaç, görün bakın bu fakir milletin parası lüks ve şatafat için İsmet İnönü tarafından nasıl da heba ediliyor:
Zor yıllardı. Savaş patlamıştı. 1940 yılında enflasyon yüzde 103, 1941 yılındaysa yüzde 165 olmuştu. Bütçenin yüzde 61’i orduya gidiyordu. Kişi başına yıllık milli gelir 1600 dolardı.Eksik beslenmeden akciğer hastalıkları yaygınlaşmış, hırsızlık yüzde 50 artmış, gazetelerde her gün besleyemediği için çocuğunu öldüren anne ve babalar, sokaklara terk edilen bebekler, karneyle dağıtılan ekmek için yaşanan kavgalarla ilgili haberler çıkmaktaydı. Varlık Vergisi’ne kadar ucu varacak tedbirlerden biri 1940’da çıkan Milli Koruma Kanunu’ydu ve bu kanunla ithalat neredeyse durmuş, piyasayı kalitesiz, sağlıksız ürünler kaplamıştı. Teneke bulunamadığı için sokağa atılmış gaz tenekelerinde yapılıp gaz kokan peynirler, işlemeyen saatler, kesmeyen jiletler kaplamıştı ortalığı.
Bütün bu acı reçetenin sebebi ülkeyi savaşa sokmamaktır. 7 Şubat 1940 günü Çankaya Köşkü Umumi Katibi (Genel Sekreteri) Kemal Gedeleç, Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Behiç Erkin’e “Hususi” ibareli bir yazı yazar:
“Reisicumhurumuzun mahdumları (oğulları) için Delahi (Delahay) marka bir spor otomobili almak istiyoruz. Motörü sekiz silindirli olmak şartile bu markanın güzel modellerinden bir otomobilin bedeli serbest dövizle ödenmek ve İstanbul’da gümrüksüz olarak teslim edilmek şartı ile, kaça alınabileceğinin lütfen, iş, arını ve mümkin olduğu takdirde intihap edilecek modelin bir de resminin irsalini derin saygılarımla rica ederim.”
Geçelim mi şarapların belgesine?
“Pek Sayın Bay Dr. Aras,
Londra’da Regent Streette kain Morny mağazasında satılan ve reklamı ilişik ilan da bulunan traş sabunundan iki düzine gönderilmesine müsaadelerini diler, bilvesile derin saygılarımı teyit eylerim.”
5 Nisan 1940. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Gedeleç’ten, yine Paris Büyükelçi Behiç Erkin’e:
“Reisicumhurumuzun bilardoları için lüzum hasıl olan ve müfredatıyla satıldığı mağaza adresi ilişik muhtırada yazılı bulunan levazımın tedarikine ve faturasıyla birlikte gönderilmesine müsaadelerini rica eder, bilvesile derin saygılarımı yenilerim.”
Aynı yıl…
Çankaya Genel Sekreterinden “Şifreli” telgrafın gittiği adres Bükreş Büyükelçisi ünlü entelektüel Hamdullah Suphi Tanrıöver:
“Reisicumhurumuzun çocukları için ihtiyaç hasıl olan tenis toplarını memlekette bulamıyoruz. Orada tedariki kabilse iki düzine kadar alınarak münasip bir vasıta ile gönderilmesini değilse başka yerden tedariki çaresine bakılmak üzere bildirilmesini derin saygılarımla rica ederim.”
Biraz da gelen yanıtlara bakalım.
İşgal altında bulunan Paris’teki Yahudileri Nazi soykırımından kurtarıp efsaneleşen Büyükelçi Behiç Erkin’in siparişler için 20 Mart 1940’ta Köşk’e gönderdiği cevaptan:
“Pek Muhterem Bay Kemal Gedeleç,
11 Mart tarihli emirnamenizle, 18 Mart tarihli telgrafnamenizi hürmetle aldım. Yüce Reisicumhurumuz için sipariş emir bulunan at elbisesini, bizzat kumaş numunelerini görerek sipariş verdim. Terzi kumaşları Londra’ya ısmarladı... Bir aralık kumaşların numunesini göndermeyi düşündüm ise de işin uzamaması için bundan sarfı nazar ettim. Bugün otomobil fabrikasına gittim. Boya, körük ve döşeme renklerini gördüm, kati karar veremedim. Otomobilin rengi için 1, 2 ve 3 numaralı üç numune takdim ediyorum… Lütfen bunların tetkikiyle hem otomobilin rengi ve hem de deri rengi için mesela (3 numara ve sarı deri) şeklinde telgrafla emirlerinize intizar ederim.”
Altın ve tuvalet kelimeleriyle Cumhurbaşkanlığı’nın yan yana geçtiği 1939 yılına geri dönelim son olarak. Buradaki “tualet” kelimesi tabii o bildiğiniz tuvalet değil ama altınlar gerçek altın!
Siparişlerin verildiği İstiklal Caddesi’ndeki Saran Kuyumcusu’nun sahibi Çankaya’nın Genel Sekreteri’ne yazıyor:
“İstanbul’a yetişdim ve almış olduğum siparişlerle meşgul olmağa başladım. Altın kutular ve tualet takımı için lazım olan altını hesap ederek 400 adet altın liraya ihtiyacım olacaktır…
Tualet takımına lazım olan fırçalar, ayna , tarak, kristal şişeleri bugün telgrafla Paris’e sipariş verdim, bunlar zatıalinizin namına gelecek, ihtimal ki parçaların üzerine konulacak pırlantalar ve ipekli kadife burada bulunmadığı takdirde onları da Paris’e sipariş etmeğe mecbur olacağız…”
Yuhh!
Tanıyor muydunuz böyle bir İsmet İnönü’yü?!.
Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra İsmet Paşa'ya, İnönü soyadı verilmişti. Annesi ve kardeşleriyse “Temelli” soyadını aldı. İnönü, kardeşi Hasan Rıza Temelli ve eniştesi Abdürrezzak Okatan yüzünden Mustafa Kemal Atatürk'le tartışmıştı.
Tarihin bu pek bilinmeyen dosyasında bakın neler neler var daha?!
İnönü`nün üç kardeşi olmuştu; Hasan Rıza, Seniha ve Hayri. Soyadı Kanunu çıktığında anne Cevriye Hanım sağdı ve çocuklarıyla birlikte “Temelli” soyadını aldı. Kız kardeşi Seniha ise Abdürrezzak Okatan ile evliydi. İnönü`nün küçük kardeşi Hayri, 1937`de vefat etmişti; erkek olarak “kambur” lakaplı Hasan Rıza kalmıştı geriye.
Falih Rıfkı Atay`ın Çankaya kitabında anlattığına göre İsmet İnönüyle Atatürk arasında yaşanan ve İnönü`nün başbakanlıktan ayrılmasıylasonuçlanan olayın ateşleyici fitili enişte Abdürrezzak Okatan olmuştu.
O sıralarda büyük yoksulluk içinde olan Türkiye`de az sayıda fabrika vardı. Bunlardan biri İstanbul’dakiBomonti Bira Fabrikası`ydı.
Atatürk bir de Ankara`da çiftliği`nde kendisine bir bira fabrikası kurdurmuştu.
İstanbul`daki fabrikanın çoğunluk hisseleri “Ahmet İhsan Tokgöz”deydi. Tokgöz yönetim kurulu üyeliğine İnönü’nün eniştesi Abdürrezzak Okatan`ı almıştı. Bu ikili Ankara`daki fabrikanın daha da büyütülmesini önlemek ve Bomonti`nin ayrıcalıklarının uzatılması için İnönü`den tavassutta bulunmasını istiyordu.
Onlara göre Ankara`daki fabrikanın gelir getirmesi imkânsızdı. Dolayısıyla yeni yatırımlarla genişletilmemesi gerekiyordu. Atatürk’se konuyu Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak vasıtasıyla Danimarkalı uzmanlara inceletmişti. Uzmanlar Ankara`da üretilen biranın son derece kaliteli olduğuna, gerekli yatırımların gerçekleştirilmesi halinde oradaki üretimin tüm Anadolu`ya yeteceğine dair rapor vermişlerdi.
İşte ne olduysa Soyak`ın bu raporu vermesinden sonra oldu. Atatürk, tüm kabineyi her zamanki gibi bir akşam yemeği için Çankaya`ya davet etmişti. İnönü’yse Soyak aracılığıyla Danimarkalı uzmanlara hazırlatılan raporun önceden haberini almıştı ve bu olaydan dolayı son derece rahatsızdı. Çankaya`daki akşam yemeği öncesinde Anadolu Kulübü`ne gitmiş ve orada iki kadeh viski içmişti. Yemeğe bu ruh haletiyle katılan İnönü, Atatürk`ün daha ilk sorusunda patlamıştı. Atatürk çiftliğindeki ndeki ağaçların bakımsızlığı ile ilgili Tarım Bakanı Şakir Kesebir`e bir soru sormuş, bakanı yerine Başbakan İnönü cevap vermişti:
"Adamlarınıza sorunuz!..“
Sonra da hiç duraksamaksızın sözlerine devam etti İnönü:
“`Ne oldu Paşam size? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirlerinizi hep sofradan mı alacağız? Aramıza Kara Tahsinler giriyor. Konuşmamıza meydan vermiyorlar!..”
Kara Tahsin, 2’nci Abdülhamid`in saraydaki başkatibiydi ve İnönü bu makamı şimdi Soyak`a layık görüyordu. Despot padişahın yerineyse şimdi Atatürk`ü koymuştu!
İşte bu olayın hemen ertesi günü İsmet İnönü`nün başbakanlığı Atatürk`ün emriyle son bulmuştu. İlk kırılma noktası yaşanmıştı artık.
Daha önce söyledim, İnönü’nün kardeşi Hasan Rıza`nın lakabı “Kambur”du; Kambur Rıza adı, Varlık Vergisi uygulaması sırasında bir kez daha gündeme geldi.
Varlık Vergisi uygulaması sırasında İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte, “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabında şunları anlatır:
"Hasan Rıza Temelli, Vali Kırdar`a gelip giderdi. İdrofil pamuk fabrikası sahipleri vergilerini ödeyemiyorlardı. İlgililerin sıkıştırılması için Temelli iki defa da bana geldi. Nihayet “arkadaşlarım” dediği grup fabrikayı satın aldı. Temelli`nin de bu gruba dahil olduğunu o zaman söylediler.”
Nasıl ama?
1949 yılında Türkiye altı gemi almaya karar vermişti. Yapılan araştırmalardan sonra altı geminin ABD'den alınmasına karar verildi. Alımlar yapıldıktan sonra o sırada Demokrat Parti milletvekili olan Ahmet Gürkan'a bir ihbar mektubu geldi. Gemilerin alımı için yüklüce bir komisyonödenmişti. Ama asıl ilginç olan komisyonun ödendiği şirketin ortağı olan isimdi; Hasan Rıza Temelli.
Komisyonun ödenebilmesi için de “özel kanun” çıkartılmıştı. Gürkan konunun üzerine gitmeye karar verdi. Ancak bir sonraki devrin başbakanı Adnan Menderes'in "Devr-i Sabık" yaratmak gibi bir düşüncesi yoktu. Zaten kendilerinden önceki dönemi kapsayan bir af da çıkmıştı. O yüzden geçmişi kurcalamadılar.
Bunları bilmeden bu günkülere hiç laf etmeyin! İsmet İnönü’nün iktidarı sayesinde zenginleşen, devletin kanını emen sadece eniştesi değildi, kardeşi aç gözlü Kambur Rıza da aynı şeyleri yapmaktaydı.
Yine Falih Rıfkı Atay`ın “Çankaya” isimli kitabında yazdığına göre Atatürk, İnönü’yü bu nedenle geçmişte çok uyarmıştı!
Hasan Rıza Temelli İstanbul`da “mahrukatçılık” yapıyordu. Yani odun-kömür ticaretiyle uğraşıyordu. Mahrukatçılık o tarihlerde son derece önemliydi. Çünkü tren ve gemilerin kazanlarında odun-kömür yakılıyordu.
Temelli de zaten odun ve kömürü devlete satıyordu! Kömür sattığı kurumlardan bir tanesi de “Seyr-i Sefain İdaresi”ydi. (Türkiye Denizcilik İşletmeleri.)
İşletme zarar etmeye başlayınca, bu zararın nereden kaynaklandığı araştırıldı ve sorumlusu sonradan çıktı ortaya:
“Hasan Rıza Temelli.”
Bu vurgunu ortaya çıkaran ve açıklayan ise dönemin muhalif gazetecisi Arif Oruç`tu.
Hasan Rıza Temelli bu dönemde sadece ticaretle uğraşmamış, bir taraftan da köklü ailelerle akrabalıklar kurmuştu. Bunlar içerisinde hiç şüphesiz en önemlisi İlmen ailesiyle kurulan bağdı. Hasan Rıza-Adalet Temelli çiftinin kızları Mutlu Temelli, Vecihe İlmen'in oğluyla evlenmişti.
Vecihe İlmen, Latife Uşşaki'nin yani Atatürk'ün eşi ‘Latife Hanım'ın kız kardeşiydi. Vecihe İlmen'in eşi Anadolu yakasında pek çok yere adını veren Süreyya İlmen Paşa'nın oğlu Hayri İlmen'di. Vecihe İlmen'in erkek kardeşi İsmail Uşşaki’yse Süreyya İlmen'in kızı Melahat İlmen’le evlenmişti. Temelli ailesi İlmenler'le yapılan evlilikle hem Uşşakiler hem de bu yolla devrin sosyetesini oluşturan büyük ailelerle hısım ve akraba olmuşlardı.
Bu günün Türkiye’si, her türlü bedel ödeme pahasına milyonlarca sığınmaya aguşunu açmışvaziyette.
Ancak 2’nci Dünya Savaşı sırasında bu ülkenin başında bulunan İnönü’nün korku ve zalimliği tam 769 masum insanı Karadeniz’in dalgalı suları içinde canından etti.
Almanya'nın Romanya'yı işgal etmesi üzerine buradaki Yahudileri korku saldı.
12 Aralık 1941'de 769 zengin ve entelektüel Yahudi, Struma adlı gemiye binerek Filistin'e gitmek üzere yola çıktı.
Sadece 150 yolcu kapasiteli Panama bandıralı Struma gemisinde sadece bir tuvalet vardı ve daha önce hayvan taşımacılığında kullanılıyordu.
Baskı altındaki Avrupa'dan kaçmaktan başka bir şey düşünmeyen yolcular çaresiz gemiye bindiler.
Öte yandan geminin motoru da bozuktu ve seyir sırasında iki kez arıza da yaptı zaten.Motor ikinci defa arızalandığında gemi Türkiye karasularındaydı ve bir romorkörle Sarayburnu açıklarına çekildi. Geminin motoru da tamir edilmek üzere yerinden çıkarıldı.
Bu arada Romanya'yı işgal etmiş bulunan Almanya'nın Türkiye Büyükelçiliği gemide salgın olduğunu Türk yetkililere bildirdi ve gemiden kimsenin karaya inmemesi için baskı yaptı.
Türkiye mültecileri ülkeye kabul etmeye yanaşmadı, çünkü hem Almanya hem de İngiltere'nin bu konuda yoğun baskıları vardı.
Gemiden sadece “Standart Oil Company of New York Petrol Şirketi'nin” Romanya Müdürü Martin Segal ve ailesi şirketin Türkiye temsilcisi Vehbi Koç'un girişimleriyle çıkartılabildi.
Bu o insanlar için bir mucizeydi.
Vehbi Koç, şirket sahibinin talebi sonucu İsmet İnönü’ye gidip bizzat rica etmişti.
Yolcuların karantina şartları altında bekleyişi iki ay sürdü.
Nihayet İngiltere 16 yaşından küçük çocukların gemiden indirilmelerine müsaade etti fakat Türkiye buna da yanaşmadı.
23 Şubat 1942'de iki şilep motoru olmayan gemiyi çekerek öylece Karadeniz'e bıraktı.
Karadeniz açıklarına bırakılan gemi bir gün sonra büyük bir gürültü ile patlayarak tüm yolcuları ile beraber battı.
1970'li yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda da geminin bir Rus denizaltısından atılan torpido ile havaya uçurulduğu belirlendi.
Oysa o gün Türkiye’de tek adam olan İsmet İnönü “evet” deseydi eğer, o insanlar ölmemiş olacaktı.
Tarihi bir ayıbıdır ülkemizin.
İnönü işte budur, anlattıklarımın tümü doğrudur.
Anladınız mı benim de bu adamı bir türlü niye hiç sevemediğimi?