Geçen sene bir ara sakal bıraktım.
Tanıdıklarımın yarısı “kötü durmuş, derhal kes” diyor, bir diğer yarısıysa “çok iyi olmuş, sakın kesme” diye karşılıyor vaziyeti!
Arkadaşım Vedat Kantar’sa habire, “ya hacı, güzel oldu ama gel gidelim berbere de şunu bir düzelttirelim hele” deyip duruyor.
Sonra bir akşamüstü emrivaki yaptı Kantar, Esentepe’nin oradaki Tuna Caddesi üzerine arabayı park ederek “hadi gel” dedi, “randevu aldım, birlikte Zeki’ye gidiyoruz.”
Aa! Zeki bizim Zeki yahu!
Bizim validenin çocukluktan arkadaşı Nezihe Teyze’nin ortanca oğlan.
Babası rahmetli İsmail Amca Meydancık Camisi’nde imamlık yaparken oradaki küçük bir dükkanda çalışan bir berberin yanına çırak vermişti onu.
Yıllardan beri de görüşememiştik, kesişmemişti yollarımız bir türlü.
Kulakları çınlasın, Nezihe Teyze oturdukları Meydancık’tan, Yeşil’e doğru çıkan sokağın sol yanındaki o eski, ahşap evde aile bütçesine katkıda bulunabilmek için dikiş makinesiyle esnaftan işler alır, mayolara “toka” dikerdi o yıllarda.
Erkek mayoları tokalıydı o vakitler, moda öyleydi.
Eskiler “adam olacak çocuk b.kundan belli olur” derler!
Zeki Acar da daha küçüklüğünden beri çalışkan, sessiz, sabırlı, hep efendi bir çocuktu.
Mesleğinde ilerlemiş, ismini marka yapmış ve tıraş olabilmek için işadamlarının randevu almakta zorlandığı usta bir berber haline gelmişti artık.
Mesleğinde usta bir mimarın elinden çıktığı belli olan muhteşem bir de kuaför salonu yapmış Tuna Caddesi’nin üzerindeki dükkana sevgili Zeki’miz.
Bir insan yaşamını kazandığı mesleğini sürdürürken işine önem verecek, özen gösterecek, en iyisini yapmaya çalışacak ki, kendisine olan saygısı ve güveni gelişip büyüyebilsin.
Yeni dükkanını açarken Japonya’dan 30 bin Euro’ya dünyada sayılı erkek kuaföründe bulunan “Takara Belmont” berber koltukları getirtmiş Zeki Acar!
Üç-beş bin liralık koltukla işini göremez miydi peki?
Bal gibi de görürdü!
Ancak, mesleğine ve müşterilerine karşı son derece saygılı olan Zeki’miz, en iyisini, en güzelini yapmayı seçmiş kendisine.
Bu arada “Takara” marka koltuklara oturduğunuzda “beş boyutlu film” izliyormuş gibi oluyorsunuz, içiniz gıcıklanıyor, “minareden aşağı at beni, in aşağıya tut beni”, o kadar yani!
Sibel Kavçin’le birlikte Adress Dergisi’ni çıkaran arkadaşım Semra Teke geçen hafta, yaptıkları son sayıyı vererek değerlendirmemi rica etti.
Bende böyle, dobra dobra:
Şöyle bir baktım, inceledim, yüzüm buruştu!
Berbat, kötü, kötü, kötü!
Mizampaj kötü, haberler kötü, içerik kötü, tarz kötü, hasılı her yanı, her köşesi kötü derginin!
İşlerini, mesleklerini hiç ciddiye almamış, sallapati bir ürün çıkarmışlar Semra ve Sibel.
Mesela “2016 ne getirdi, 2017 ne götürdü” başlıklı bir ekonomi incelemesi yapmışlar sözde, görüş istedikleriyse sadece kendilerine reklam veren firmaların temsilcileri!
Olmaz öyle şey, işi erbabına soracaksın!
Bir insan işini, mesleğini ciddiye almalı, bir şey yaparken de dersine iyi çalışmalı.
Mesela yine “Türk Camilerinin İhtişamlı Simgeleri: Alemler” başlıklı bir haber koymuşlar dergilerine, ne söyleşiyi yapan mesleğini ciddiye alıp gitmeden önce birazcık dersine çalışmış, ne de görüştüğü kişi kendi mesleğini ciddiye alıp yeterince tanımış!
Hepimiz zaman zaman dalgınlığa düşüp hatalar yapabiliyoruz; mesela ben çok mecbur olmadıkça “a” harfinin üzerindeki şapkayı kullanmıyorum ancak, anlam değişirse mutlaka kullanmak gerek elbette.
Haberi hazırlayan kişi “alemle”, kainat, evren manalarına da gelen “âlem” sözcüğü arasındaki farkı bilmiyor mesela; “alemden” bahsederken şapka kullanıyor dergide!
Ne kadar ayıp ve gülünç!
Peki ya cami ve minareler için “alem” imalatı yapan, söyleşinin esas oğlanı Bursalı Rıza Akbalış’a ne demeli?
Dergici soruyor: “Öncelikle âlem nedir?!.”
Alemci: “Hristiyan sembolü haçtır. İslam âleminin sembolüyse alemdir.”
Dergici: “Tarihi ne zamana dayanıyor? Ne zamandan beri yapılıyor?”
Alemci: “Aşağı yukarı Osmanlı döneminde hilal olarak başladı. Fakat bu zamana kadar hem hilal, hem minare alemi olarak devam etmektedir. Yani Osmanlı döneminden geliyor.”
“Pes” diyorum, başka da bir şey demiyorum, aksi halde yine davalık olacağım!
Minare, kubbe, sancak, tuğ gibi şeylerin tepesine dikilen kadim bir semboldür “alem”; Osmanlı’yla da sanıldığı gibi hiç öyle ilgisi filan yoktur hem sonra.
Muhtemelen insanlığın avcı toplayıcı dönemden tarım toplumuna geçtiği sıralarda kullanılmaya başlanmış bir simgedir, aslında gücü ifade eder.
Orduların en başındaki kişinin taşıdığı bayraktır alem, Selçuklu’nun uç beyi Kara Osman’a kendi kudretinden el verdiği tuğdur, minarelerin, kubbelerin, kulelerin üstüne dikilen hükümranlık alametidir.
Daha derine gidersek insanoğlunun yaptığı tüm kuleler birer fallustur aslında, erkek egemen toplumlara özgüdürler, gücü ve ereksiyon halini sembolize ederler, “alemse” bunun doruk noktasıdır; Amerika için “Hürriyet Heykeli”, Fransa için “Eyfel”, İtalyanlar için “Pisa Kulesi” birer güç ve egemenlik anıtlarıdır mesela, geçmişte “Babil’in Asma Kuleleri” de öyleydi.
Osmanlı “Dikili taşı” Mısır’dan alıp buraya getirirken, firavunların binlerce yıllık erklerini de taşımıştır aslında İstanbul’a.
Keza Amerikalılar Washington’a dünyanın en uzun dikilitaşını yaparlarken bilin ki “yeni dünyanın bundan sonraki patronu artık biziz” mesajını vermek istemişlerdir dört bir yana!
Peki “alem”, Rıza Bey’in söylediği gibi bir “hilal” olarak mı başlıyor ilkin?
Önce mesela bakın şu fotoğrafa:
Burası, İstanbul’daki Laleli Camisi’nin kubbesi ve bir hilal midir sizce tepesindeki alem?
Öküz!
Evet, tam olarak da bir “öküz boynuzudur” bu simge!
Peki, bir “öküz boynuzunun” bir İslam eserinin üzerinde işi ne?
O kadar çok kültür izleri var ki binlerce yıldır hala farkına bile varmadan üzerimizde taşıdığımız, bu da onlardan biridir işte!
Urartu’dan, Hitit’ten, Selçuklu’ya geçmiş, onların da Müslümanlığı kabul etmesi sonucu İslam eserlerine sızmıştır!
Eğer bakırdan dandik “hilal” olanlarla değiştirip çalmadılarsa(!) mesela Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyan ve Osmanlı’nın ilk dönem yapıtlarından olan Bursa’daki Selçuk Hatun Camii ya da Heykel’deki Valilik binasının arka tarafındaki Hacılar Camii’nin kubbe ve minarelerine bakın, oralarda “hilal” değil, bu bronzdan yapılma ucu dışa doğru kıvrık “boğa boynuzlarından” göreceksiniz!
Keza örneğin, Orhangazi Camisi’ndekiler de öyledir.
Dünyada Milattan önce 274’le, 194 yılları arasında yaşayan Antik Yerbilimci Eratosten’in “Coğrafya” isimli eserinde görüyoruz ilkin “toro” sözcüğünü.
“Boğa” anlamına geliyor.
Bugün hala pek çok aile çocuklarına bu ismi koymakta.
Örneğin “Toros Dağları”, boğayla aynı adı taşıyan bir sıradağ silsilesidir.
Urartuların “dağ ve fırtına tanrısı” Teişeba’nın kutsal hayvanı bir “boğaydı”, keza aynı tanrı Hititlerde “Teşup’tu” ve baş tanrıydı.
Dünyanın bir öküzün boynuzlarında durduğu sanılan dönemleri hatırlayın?!.
“Dağ” kavramıysa çok eski yıllardan beri insanoğlu için bir yücelik, tanrısallık atfedilen, çok tanrılı dinlerden, tek tanrılı olanlarına dek önemini koruyan kült bir anlam taşır insanoğlu için.
Kulelerden önce dağlar vardı çünkü insanoğlunun yaşamında!
Antik Yunanların Olympos’u neyse, Musevilerin Tür-u Sina’sı, Müslümanların Hira Dağı, Hristiyanların Lübnan Dağı, Orta Asya’da Türklerin Tengri Dağı işte oydu!
Tarıma ve artık yerleşik hayata geçen Homo Sapiens grupları kendilerini etkileyen doğa olaylarını bir türlü açıklayamıyor ve tüm bunları gerçekleştirenlerin kendilerinin ulaşamadığı yüksek, dağlık alanlarda yaşadıklarına inanıyorlardı çok eskilerde.
Çatalhöyük’te bulunmuş bir duvar resmi boğa kültüne güzel bir örnek olarak gösterilir mesela; bir erkek tanrının üzerine bindiği boğayla dağdan inişini tasvir eder o resim.
İşte ta oralardan gelir ve önce Selçuklu, ardından da Osmanlı’yla İslam kültürüne de girer “boğanın boynuzları” aradan geçen yüzyıllar içerisinde.
Hani dedim ya “bir insan işini ciddiye alacak, daima en güzelini, en iyisini yapmaya çalışacak” diye?
Yahu arkadaş, bu kadar mı güzel olur, bir “ocak başı ustası” bu kadar mı lezzetli ve muhteşem ürünler hazırlayıp sunar müşterilerine!
Mudanya tarafından Bursa’ya dönerken organize sanayi bölgesini geçtikten sonra hemen sağda “Beyaz Ocakbaşı” diye bir tabela göreceksiniz, hiç durmayın, derhal girin içeri!
Önce ince kıyım bir salata isteyin “Murat Ustadan”, yanına bir herse gelsin sıcak sıcak, acılı şalgamınızı da söyledikten sonra kendinizi Murat’ın ellerine bırakın artık.
Of of of, of ki, ne of!
Artık etleri mi yiyorsunuz yoksa parmaklarınızı mı, o kadar yani, “minareden aşağı at beni, in aşağı tut beni”, ışık hızı misali, işte o kadar!
Bir önceki yazımda dedim ya “bu gün Altın Kızları ağırlama sırası benimdir” diye…
Dün öğle suları Mudanya Belediye Başkanı Hayri’nin belediye meclisinden isteyip de bir türlü binemediği VİP Mercedes marka bir minibüsle önce bulundukları yerden güzelce alındı Altın Kızlar.
Harye Teyze (Hayriye Öz) canım benim ya, annemle tam 3 yaşlarından beri arkadaşlar, keza Kandır İsmail Abinin garısı Şükriye Teyze de öyle.
Talip abinin (Öztürk) eşi Hayrünisa Abla, emekli albay Ali (Öztürk) Abinin eşi Sabahat Abla, emekli albay Mehmet (Ekmekçi) dayımın eşi Bediz Yengem ve sevgili validem Mürüvvet Hanım.
“Altın Kızları” önce doğruca Murat Ustanın yanına, Beyaz Ocakbaşı’na götürdüm.
Önce biraz Adana, ardından kuzu antrikot, devamında ağzınızda lokum gibi dağılıveren terbiyeli o nefis şiş kebap ve en sonunda da kaymaklı katmerle daha da bir şenlenen ziyafetin ardından içilen demli çaylar muhteşem bir tabloya dönüşmüştü o gün.
Ee biraz da yürüyüş yapıp yediklerini yakmaları gerekti öyle değil mi?!.
Sonra ver elini Uluabat Köyü…
Uluabatlılar yine her zaman olduğu gibi son derece güler yüzlüydü.
Validenin elini öpen şirin mi şirin bir kız çocuğu derhal kaptı cep harçlığını.
Hava güzel, neşemiz yerinde, huzurumuz tamdı.
Ve insanlığın sahip olduğu kadim “boğa kültü” Uluabat’taki o antik kalenin artık harabe haline gelmiş duvarlarında, hemen arkamızda yaşamayı hala sürdürüyordu.
Binlerce yıl öncesinden bize göz kırpan duvara işli boğa başları ve boynuzlarına dikkatinizi çekerim.
İşte böyle sevgili okurlar…
Ben de işimi güzel yapmaya çalışıyorum.
Kimi ötürük köşe yastıkları gibi iki satır karalayıvermiyor, yazımı her gün saatler süren bir çalışmanın sonunda hazırlıyorum.
Sizlerle de paylaşabilmek için sürekli okuyor, izliyor, geziyor, dinliyor ve hatta yiyor, klavyemin başına ondan sonra oturuyorum.
Yine bu sütunlardan görüşüp sohbet edebilmek arzusuyla, her şeye “hayır” denmeyen daha mutlu, daha güçlü, aydınlık yarınlar dilerim hepinize, kalın sağlıcakla!