İnsanların hayatını kazandığı işler dışında başka uğraşlar da edinmesinden yanayım. Üstelik bu “başka” uğraş, hobi, merak… her ne ise hem sürekli hem de başkalarına (en azından meraklısına) yararlı olmalı.
İnsanın ilk gençliğindeki merakları da uçuk oluyor. Ben kendi hesabıma paraşütçülüğü seçmiştim. (Yeterince uçuk sanırım. Hem uçmakla da ilgili.) Bu iş tehlikeli ve heyecanlı. Ama hepsi o kadar. “Yarar” koşulunu sağlamak bir yana, paraşütçünün birkaç dakika süren yere düşüş hikâyesi için tonlarca benzin yakan uçak havalanıyor, pilot, teknisyen, uçuş görevlileri, yer hizmetleri, hocalar vesaire onlarca insan seferber oluyor. Başkalarına yarar yerine bir sürü zahmet veren paraşütçülüğün kişisel bir yararı da yok. Günlük hayatta paraşütünüzü yanınızdan ayırmasanız bile bu hobinizden yararlanma şansınız yok. Örneğin “Açılın, ben paraşütçüyüm,” diyebileceğiniz bir ortamla hiç karşılaşmayacaksınız. (Matematiği beceremeyip, “Bunlar günlük hayatımızda ne işe yarar ki?” diyen lise öğrencilerine benzedim sanırım.) Bu arada paraşütçülüğü seven ve keyifle yapanlara sözüm yok. Ben kişisel deneyim ve düşüncelerimi aktarıyorum sadece.
Sonraki yıllarda model uçak (yaş ilerledikçe merak da irtifa kaybediyor), tekne, amatör balıkçılık falan… Bunlardan model uçakla uğraşmanın el becerisine katkısını kabul ediyorum. Amatör balıkçılığın da kişisel ve toplumsal yararını gördüm. En azından şanslı olduğum hafta sonları çoluk çocuk, hatta yakın komşular doya döküm balık yediğimiz sıklıkla vakidir. Ancak tüm bunlar da “süreklilik” koşulunu taşımayan, genellikle mevsimsel uğraşlar. Ben de birkaç yıl gibi kısa sürelerde, her birinin bu türden açıklarını görüp vazgeçtim.
Otuzlu yaşlarımın ortalarında, o dönemin klasik krizlerinden “spor yapmak” merakıyla tenisi seçtim. Hülya Avşar’ın, tenisi seçmemdeki etkisini itiraf etmeliyim. Kendisiyle tanışıklığımız nedeniyle telkinlerine uymuş filan değilim. Benim amacım, bünyeye uygun, hafif ve tembel işi bir spor bulmaktı. Planıma göre hem yorulmayacak hem de spor yapacaktım. Hülya Avşar’dan kinaye; “Kız sporudur, ne kadar yorucu olabilir ki?” diye tenise başladım. Tenisle ilgilenenlerin müstehzi tebessümlerinin farkındayım. Tabii ki kazın ayağı öyle değilmiş. Yahu bu kadar yorucu spor olur mu? Sanki taş taşıyıp ekmek parası kazanıyorsun! Tenise hemen tövbe edip normal insanların hayatına döndüm.
Kırka yaklaşırken hâlâ ne denli genç olduğumu göstermem gerekti. Motorculuğa başladım. Vücuda sıkı sıkıya oturan, omuzları takviyeli mont ve başta fiyakalı bir kaskla her motorcu 19,5 yaşındadır. (Bu yaştan sonra insanların daha akıllı işler yapacağı varsayımından hareketle böyle kabul ediliyor olabilir.) Motorculuktan çok şey öğrendim doğrusu. Örneğin mevsimlerin sesi, ağaçların kokusu varmış. Yalnız sandığınız motorcunun, adını bilmediği bir sürü arkadaşı varmış. Motorcular arasındaki dayanışmaya inanamazsınız. Motorluysanız, her nerede olursanız olun başınız derde girdiğinde hemen yanınızda bitiverirler.
Aslında kaza yapıp ayağım kırılıncaya kadar her şey iyi gidiyordu. Çoluk çocuğun “Bizi babasız, kocasız bırakma,” türünden arabesk yalvarışları beni ikna etti. Yüreğimde sevgisini alıkoyup BMW F650’mi sattım. Gizliden gizliye başka motorculara artçı olmak dışında motora binmedim yıllarca. Ancak kırık bir ayakla hayatın ne denli zorlaştığını, bu türden bir özrü ömür boyu taşıyan insanların neler çektiğini, bizimse ne kadar bencil ve duyarsız olduğumuzu öğrendim.
Bu tehlikeli işten sonra kırk yaşında bir adamın ağırlığına uygun, saygın ve herkesçe kabul edilebilir bir merak buldum: hattatlık. Henüz 7 yaşımdayken mahallenin Kur’an kursunda 15 günde Kur’an okumayı sökmüş benim için hat sanatıyla yazmak ne kadar zor olabilirdi? O sıralar Kerküklü Hattat Muhammed Necib, Bursa’ya yerleşmişti. Bildiğim kadarıyla başka da hattat yoktu. Derslere başladık. Kısa sürede oldukça iyi bir mesafe aldım. Birkaç ay sonra ilk kişisel sergimi açarım, diye hayaller kurarken, Osmanlı’nın en büyük hattatlarından 19. yy.da yaşamış birinin, uzun ömründe 80 yılı aşkın süre fiilen hat sanatıyla ilgilendiğini, son günlerinde de; “Tam da bir harfi güzel yazmaya başlamıştım, şimdi ölecek miyim?” diye serzenişte bulunduğunu okudum. Pek tabiidir ki hattı da bıraktım. Çünkü benim o kadar vaktim yoktu. Ama şimdi bir hat yazısının çeşidini, hatta kısmen de dönemini söyleyebilecek, keyifle izleyip hattatını takdir edebilecek kadar anlıyorum bu zevkli işten.
8-9 yıl kadar önce bir kış günü sıkıntıdan patlarken, bir arkadaşımın söz ettiği, BUFSAD (Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği) tarafından düzenlenen temel fotoğraf eğitimi programına katıldım. Bu programla hayatımın en zevkli ve anlamlı dönemi açıldı, dersem abartmış olmam doğrusu. Fotoğrafın sanat olup olmadığını tartışacak değilim. (Zaten değil de…) Ama fotoğrafın “yaşama tanıklık etmek” olduğunu kimsenin yadsıyabileceğini sanmıyorum.
Bu derneğin bir süre yönetim kurulunda görev aldım. Ayıptır söylemesi, Fotofest fikrinin geliştirilmesi ve Bursa Büyükşehir’e kabul ettirilmesi görev aldığım yönetim kurulunun başarısıdır. (Utku başkan, kulakların çınlasın.)
Bufsad’da Belgesel Atölyesi’ni kurup uzun süre başkanlığını da yaptım. 3 yıl süren Dağın Öbür Yüzü, Senfoni, Gezek, Minarelerden Bursa, 29 Teravih ve sayısız belgesel çalışmayı bu atölyedeki fotoğrafçı arkadaşlarımızla yaptık. Sergiler açtık, sunumlar yaptık.
Bakmayı ve görmeyi öğrendiğim fotoğrafçılıkla kendim ve “diğerleri” için yararlı bir şeyler yapıyorum. Birçok tanıklığım oldu, yaşama, insana, tarihe, kültüre, kente dair…
Tüm bunları (herkesin kendine ait bir günü olmalı inancım gereği) her haftanın bir gününde yapıyorum. İş güç, aile gibi mazeretlerin arkasına sığınmadan ve tembellik etmeden mutlu oluyorum.
Fotoğraflar: Av. Cem ŞEFLEK