Vay anasını sattımın!
Adam 32 yıl yaş yaşamış, bu ömre tam 24 muharebe sığdırmış...
Üstelik de Osmanlı Devleti'ni ikinci kere yeniden kurmuş.
"Fetret" yani, tam 11 yıl süren karışıklık ve karmaşa dönemini sona erdirip, memleketteki düzeni tekrar sağlamış.
Ardından, Bursa'da Yeşil Türbe'de ebedi istirahatgâhındaki mezarına yerleşip, kıyameti beklemeye koyulmuş...
Biliyor musunuz, Sultan Çelebi Mehmet'in yattığı yer aslında sandukasının altında değildir?
Zeminin bir kat daha derininde, cenazelerin gömülü olduğu bir mezar odası daha vardır.
Üsttekiler bir semboldür; pek kimse bilmez bunu...
Şu anda kapalı olan ancak, türbenin doğu yakasındaki dar bir kapıdan girilir gerçek kabristana.
Hatta efsanesi bile vardır, yok Bursa'da bir tarihte kenti su basmış filan da...
Çelebi Mehmet birilerinin rüyasına girmiş de...
Falan filan...
Rahmetli bundan yüzlerce yıl önce sizin benim gibi bu coğrafyanın havasını soludu...
Ekmeğini yiyip, suyundan içti...
Doğasını gezip, yaşadığına şükretti...
Ve savaştı...
Hangimiz mücadele etmiyoruz ki şu çetrefilli dünyada?
Herkes kendi cengini kendisi bilir.
En son izlediğim filmlerden biri Stanley Kubrick'in yönettiği, tam 4 Oscar birden kazanan "Barry Lyndon'un" hayatının anlatıldığı o muhteşem eserdi.
Spartacus'ü izlemiştim ama bu eksik kalmıştı...
Düzenli okurum Doğa Kantar, sana söylüyorum, mutlaka seyret...
İlk sahneden itibaren ışığın mükemmel kullanımını, dekor ve kostümleri, mekanlardaki zarafet ve sanat eserlerini içinde doya doya özümse...
Ve hikayeye yoğunlaş...
Film kahramanının babası bir düelloda öldürülüyor...
Sonra O da yine bir restleşme sonucu yaşadığı kasabayı terk etmek zorunda kalıyor...
Ve güzergahında yolunun düştüğü bir hanede yanındaki bebeğiyle bir kadınla tanışıyor...
Hatunun kocası savaşa gitmiş, aylardır ortalıkta yok adam!..
Akıbetiyse hiç belli değil...
"Birkaç gün burada, benimle kalır mısın" diyor erkeğe?..
Senarist şöyle sesleniyor metinde:
"Kalbini üniformalı bir erkeğe veren bir kadın, oldukça çabuk sevgili değiştirmeye hazır olmalıdır.
Yoksa sonu hicran olur..."
Ardından ekliyor:
"Barry gelip sahip olmadan önce, defalarca yağmalanıp işgal edilmiş pek çok komşu kasabaya benziyordu..."
Sadece sanat yok filmde, edebiyat, felsefe de var hem de dibine kadar...
Zaman zaman atalarımla ilgili anı ve bilgilerimi de paylaşırım sizlerle...
Anne tarafımdan bahsederim çoklukla...
Babam hariç, baba yanımdan söz etmem pek...
Sebebi, babaannem ve dedemi çok erken yaşta kaybetmemdir aslında...
Onlar da çok kadim ve köklü bir kültürün mensuplarıdır...
Neler var aklımda biliyor musunuz?
Cümle kapısından o taşla döşeli avluya geçtiğinizde, son tarafta yer alan samanlığın ahşap kapısını açıp da içeriye girdiğiniz vakit, sağ yanda bulunan elmaların çevreye yaydığı mis gibi koku!..
Nasıl da güzel bir esans yayalardı etrafa inanamazdınız!
Bir elma ancak bu kadar güzel kokabilirdi.
Bir de damı vardı hanenin...
Bir sürü inek bulunurdu içinde...
İşte yazdan kalan o elmaları hayvanlara verdiği yemin içine doğrar, iyi beslenmelerini sağlardı Emine ninem...
Kınalı kınalı saçları vardı...
Elleri nasırlı, yüzü çileliydi...
Belinde kuşağı, yanında çengelli iğneyle tutturulmuş yere doğru sarkan tespihi vardı.
Hem rençberdiler yani, tarla tablaları vardı, hem de hayvanları...
Sabahları erken vakitte açılan kapılardan dışarı çıkan inekler sığırtmacın sürüsüne katılır, akşama kadar otlayıp, aynı yerden içeriye girdikten sonra her gün damdaki yerlerini alırlardı.
Evin içinde yanan kuzine sobanın üzerinde akşama kadar kaynayan bakır süt tenceresini hatırlıyorum bir, bir de o gün evin üst katından gördüğüm babaannemin teneşirde yatan cenazesini!..
Ahşap, uzun, masa gibi bir şeyin üzerine yatırmışlardı O'nu...
Üzerine de beyaz bir pamuklu örtü sermişlerdi.
Saçları her zamanki gibi lüle lüle ve kınalıydı...
Yan taraftaki kazandan ölü yıkayıcı kadının üzerine döktüğü sıcak suyun buharı yükseliyordu yukarı doğru...
Manzarayı bana göstermek istemeyen hiç tanımadığım kadınların bacakları arasından bin bir güçlükle uzanarak yakalayabilmiştim babaannemin son fotoğrafını...
Ölmüştü artık.
Bir Chevrolet marka otomobilin arka koltuğunda, battaniyeye sarılı olarak getirmişti babam Bursa'dan O'nu...
Ölmüştü artık...
Çok küçüktüm...
Ancak, hatırladığım pek çok anı vardı daha aklımda...
O evde yer sofrasında yenirdi tüm yemekler...
Mesela, "kaçamak" aşını anımsarım...
Mısır unundan yapılma, üzeri yoğurt, tereyağı ve sarımsakla bezenmiş, geniş bir bakır tepsinin içinde olurdu yemek...
"Tabla" deriz biz, çam ağacından yapılma ahşap bir yapının üzerindeki sininin her yanına dizilmiş şimşir ağacından tahta kaşıklar bulunur, herkes önündeki bölümden bir parça alarak ağzına götürürdü.
Nasıl da lezzetli, nasıl da hoş taamlardı o yıllarda yenilenler.
"Sünnetçi Ethem'di" dedemin bilinen ismi.
"Sağlık neferi" olarak yaptığı askerlik hizmetinde edindiği bilgileri kadim Şaman kültürüyle birleştirmiş, neredeyse her hastalığa deva bulan bir insandı.
O yıllarda Keles'in 38 pare köyünde yaşayan her erkeğin sünnetini dedem yapmıştı.
Şarbon dahil pek çok illetin çaresi O'ndaydı!..
Babamdan dinlemiştim...
Bir litre kadar has zeytin yağının içine çatıda yeni doğum yapmış sıçanın henüz gözü açılmamış yavrularını atar, bir yıl beklettikten sonra kulağı ağrıyan herkese üçer damla zerk ederek derde kesin sonuç alırmış!..
Rahmetli babaannem de aynı mertebedeydi, O da kadınların hastalıklarını iyileştirirdi.
Bir dönem Keles'te belediye başkanlığı da yapmış Ethem dedem.
Çok erken ayrıldılar bu dünyadan.
Keşke biraz daha birlikte zaman geçirip, anı biriktirebilseydik onlarla...
Sevgili kızım Doğa...
Life Bursa'nın İnternet sitesindeki "Doğa'nın Yol Hikayeleri" başlıklı yazını çok ama çok beğendim...
İnan bana, bu memlekette "yazarım" diye geçinen pek çok insanın ürettiklerinden çok daha güzel muhteşem bir performans sergilemişsin.
Ancak, asıl gerçek ne biliyor musun?
Sevdiklerin sağ ve yanındayken, onlarla anı biriktirebilmek!
Bil ki, insan evladı sahip olduğu hatıralarıyla zengindir, ne parayla, ne de pulla!..
Sana uzun, sağlıklı bir ömür ve çok zengin bir anı defteri diliyorum, akıllı ve yetenekli güzel kızım...