Bursa’da yaz aylarında sadece Hamitler mezarlığına günde 250 cenazenin defnedildiği oluyormuş; varın ilçeler de dahil diğerlerindeki toplam gömü sayısını siz düşünün!
Doğmak kadar ölmek de yaşamın değişmez bir parçası.
Türkiye’de meydana gelen trafik kazalarında yaşamını kaybeden insan sayısı yaklaşık 5 bin.
Bebek ölümü sayımız hala yılda 15 bin düzeyinde.
Ülkemizde her yıl 19 bin kişi “tıp hatalarından” dolayı yaşamını kaybediyor!
Bir yıl içinde kanser hastalığından ölen insan sayısı 2003 senesinde 102 binken, şimdilerde yaklaşık 250 bine çıkmış durumda.
Kazaydı, hastalıktı, eceldi derken memleketimizde her sene 500 bin insan kefenlenip güzelce toprak altına konuyor.
Buna karşılık olarak da yılda yaklaşık 1 buçuk milyon bebek dünyaya “ınga” diyor.
Ölüm her canlının en büyük ve en son deneyimi.
Hele hele diğer pek çok türün aksine günün birinde mutlaka öleceğini bilen ama bunun ne zaman gerçekleşeceği konusunda hiçbir fikri bulunmayan insan oğlu için de yaşam ve inanç şeklini belirleyen çok büyük bir travma.
İçinde neler besleyip büyütmemiş ki insanoğlu öldükten sonra yeniden dirileceğine dair?
Mumyalara mı dönüştürtmemiş kendini, yeniden onlarla birlikte dirilebilmek için bir Eyüp Sultan olsun ya da bir Emir Sultan gibi kutsallık atfedilen kişiliklerin yanına hem de en pahalısından, en ince el işleriyle bezeli muhteşem mezarlıklar mı yaptırmamış kendine?
Dünya’nın en pahalı mezar yerleri ki, boş birini bulmak da mümkün değildir zaten ama milyonlarca dolara satılan Kudüs’te, Zeytindağı’ndaki Yahudi kabristanındadır.
Dünyadaki her Musevi’nin gönlünde ölünce oraya gömülmek yatar.
Çünkü onlar “Mesih’in” yer yüzünde Kudüs’ten çıkacağını ve onun gelişiyle birlikte artık tüm ölmüşlerin dirilip ayağa kalkacaklarını ama orada, hemen yakınında bulunanların daha şanslı olduğunu düşünürler; çünkü günü geldiği vakit ilkin onlar canlanacaktır dünyada.
Ölüm değişmez bir gerçek, değiştirilemez bir sondur insan için.
Ademoğlu, ayağı takılan birinin yüzüstü çamurlu bir suya düştüğünü gördüğü vakit ilkin hangi tepkiyi verir biliyor musunuz?
“Güler!..”
Peki neden?
Hiç farkında olmadan beyni ona bir salise içinde “iyi ki düşenin yerindeki kişi sen değilsin”mesajı verir de ondan!
Bundan ötürü sadistçe kahkahalar atar insan.
Sırf bu yüzden keyiflenir, üstelik de bunu komik bir durum olarak görür.
Oysa karşısındaki kişi düşmüş, belki yaralanmış, üstü pislenmiş, per perişan olmuştur.
Önceki akşam Atatürk Havaalanı’nda onlarca insan yaşamını kaybetti.
Ülkemiz ve orada zarar gören insanlar adına elbette hepimiz çok üzüldük.
Ama bilin ki, yine belki de farkına bile varmadan hissettiğimiz acının asıl temel sebebi “ya orada o anda ben ya da yakınlarım da olsaydı” düşüncesinin yarattığı dehşet ve “ilerideki bir zaman diliminde aynı şey ya yakınlarım ve benim de orada bulunduğumuz sırada gerçekleşirse” kaygısının oluşturduğu korkudur asıl neden!
Çünkü her birimizin yolu bir gün oradan mutlaka geçmektedir.
Ölenlere değildir üzüntümüz, aslında kendimize dairdir!
Yakın zamanda dünyanın başka yerlerinde yüzbinlerce insan öldü, öldürüldü; acaba hangileri için kaçımız üzüldük?
Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere Birleşik Krallığı’yla çok uluslu koalisyon güçleri (!)“Irak’ı özgürleştirme” gerekçesiyle orada 9 yıl boyunca 1 buçuk milyondan fazla sivili katletti, kaçımız farkında?
Keza Suriye’de de son 5 yıl içinde 500 binden fazla insan öldü, kimin umurunda?
Ateş düştüğü yeri yakar, ama tam 4 bin 747 Amerikalı annenin umurunda mesela!
İşgal süresince Irak’ta açtığı 500 üste toplam 170 bin asker bulunduran ABD’nin kaybı da işte bu kadar.
İnsanoğlu bencildir, egoisttir, daima kendini düşünür!
Belki de bu yanıdır onu milyonlarca yıldır tüm güçlüklere karşı hayatta tutan ve milyonlarca tür arasından sıyrılıp dünyayı avuçlarının içine almasını sağlayan şey.
Belki de ileride galaksiler arasında yolculuk edebilecek ve çok değil, 4 buçuk milyar yıl sonra güneş tamamen yok olup gitmeden önce kendine uzayda yeni yaşam alanları bularak türünün devamını bu özellikleriyle sağlayabilecektir.
Hem birbirleriyle hem de doğayla savaşmayı bir an bile kesmemiştir insanoğlu.
Savaşmadan geçirdiği zamanlar barış değil, sadece savaşa hazırlık dönemleridir.
Ve yine kaçınız ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama bizim ülkemizin de içinde bulunduğu dünya, 11 Eylül 2001 tarihinden beri yaşanan düşük yoğunluklu bir cihan savaşının tam göbeğinde duruyor bu gün de!
Harbin fiili olarak devam ettiği “cephe” hemen dibimizdeki Orta Doğu cehennemi ve zaman zaman da savaşı sürdüren ülkeleri yöneten hükümetlerin gardını düşürmek için metro istasyonları ya da havaalanları gibi mekanlar.
Yeni dünya düzeninin cenkleri namertlere parmak ısırtacak şekilde işte böyle gerçekleşiyor; şimdilik iyi ki de böyle çünkü, aksi takdirde gidip birbirlerinin tepesine atom bombaları da bırakırlar bunlar!
11 Eylül 2001’de Amerika’da 4 ayrı uçağın, 4 ayrı hedefe yönelmesiyle başladı her şey.
Ardından Ortadoğu’da yeni bir paylaşıma ayak direyen İngiltere’yi müttefik kılmak için İstanbul’daki İngiliz Başkonsolosluğu ve HSBC Bank’ın bombalanmasıyla sürdü.
Devamı Madrit’ten geldi; orada da 4 yolcu treni patladı.
Ve Londra Metrosu’nun 3 istasyonuyla, 1 otobüsün içinde patlamalar…
Son 1 yılda ülkemizde yaşananları hepimiz hatırlıyorsunuz zaten.
Daha önce de oldu, bundan sonra da yaşanacak hiç şüpheniz olmasın.
Daha önce de milyonlarca insan öldü, ne yazık ki gene ölecek.
Gün iktidarıyla, muhalifiyle “birlik olma günüdür” bizim için artık.
Savaşın tam göbeğinde bulunduğumuz gerçeğini herkesin anlaması, çiğ ve faydasız muhalefetin bir kenara bırakılması lazım.
Benim lafım öncelikle, “İsrail’in şurasını yaladı, Rusya’nın burasını öptü” gibi yaklaşımlarlaFacebook başından devlet yönetmeye kalkan aklı evvellere!
Devletler arasındaki ilişkilerde asıl olan temel gerçek sadece ve sadece çıkarlardır ve her şey buna göre yürür.
Yok “Beşar Esad’la tavla oynamıştı, Berlusconi’yle Bilal’in düğününde göbek atmışlardı, Putin’gillere ev oturmasına gitmişti” gibi laflar boş söylemler!
Sözünü ettiğim fayda-menfaat durumuna göre taviz de verebilir ülkeleri yönetenler, duruma göre bir süreliğine geri de çekilebilirler.
Ancak görünen o ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uyguladığı ve elbette ki sokaktaki vatandaşın henüz haberinin olmadığı politikalar karşısında Rusya ve İsrail’in geldiği nokta, bizim memleketi yönetenlerin dış siyasette bu güne dek başarılı bir çizgi izlediklerini ortaya koyuyor.
Ben bu gün size farklı bir teori dillendireceğim.
İstanbul’da, Atatürk Havaalanı’na yapılan saldırının, Türkiye’nin İsrail ve Rusya’yla yeni bir döneme girmesinden rahatsızlık duyan ülkeler tarafından “sipariş” edildiğini düşünmüyorum!
Hatta tam tersi, ortak anlaşma ve çıkarlar için Amerika ve İngiltere’nin Türk yöneticilere “Rusya ve İsrail’le arayı düzeltmeleri” konusunda baskı uyguladıkları kanaatindeyim.
İsrail bu güne dek kendisine karşı yapılan hiçbir eylemi, hiçbir saldırıyı karşılıksız bırakmadı, MOSSAD ajanları vasıtasıyla dünyanın dört bir yanında özel operasyon ve baskınlar düzenleyerek geçmişte canını yakan tüm Filistinli teröristleri tek tek temizledi.
Tüm emperyal devletler gibi özellikle Çeçenlere karşı geçmişte Rusya da aynı şeyi yaptı.
Ben diyorum ki, görünürde her ne kadar barış çubuğu içilse de son İstanbul saldırısını sipariş ederek aynı anda kendisini Müslüman dünyanın gözünde pespaye eden “Van Münit”olayının intikamını mı aldı İsrail acaba?!.
“Tamam, Mavi Marmara’da yaşamlarını kaybedenlere 25 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul ediyorum fakat, turizmine milyarlarca dolar zarar verecek bu olay da aha sana kapak olsun mu” dedi Türkiye’ye?!
Tabii aynı şey Türkiye’nin düşürdüğü uçakla dünyanın önünde karizması çizilip kuyruk acısı çeken Rusya için de geçerli elbette!
Günün birinde ortaya çıkarsa “demedi” demeyin diye şimdiden söylüyorum!