Ortalık “aday”dan geçilmiyor; adayın bini bir para artık seçime günlerin kaldığı şu saatten sonra. Kimi, eğer seçilirse 1000 kûsur projeyi hayata geçireceğini açıklıyor, kimi rakamı 2000’lerden başlatıyor!.. Bir sürü siyasi parti, yığınla da aday dolaşıyor etrafta. Ancak biliyor musunuz, aslında “sadece iki seçenek” var önümüzde yüzyıllardır olduğu gibi “oylamamız gereken” bunlardan biri “karanlık”, diğeriyse “aydınlık”!..
Evet, o parti ya da şu parti değil veya şu ya da bu aday değil, bahsettiğim iki durumdan birine oy vereceğiz bu seçimde de gerisi sadece laf-ı gûzaf!..
Sene 1909, miladi takvime göreyse aylardan yine bu ay yani Mart, Mart’ın 31’i, Hicri takvime göreyse 12 Nisan’ı, 13 Nisan’a bağlayan gece. Şu anda Taksim’deki Gezi Parkı’nın üzerinde o sırada, Sultan 3’ncü Selim tarafından yaptırılan Topçu Kışlası vardır; aradan uzun yıllar geçtikten sonra 1940’ta Türkiye’nin 2’nci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından yıkılıp, yerine “park” inşa edilmesi emri verilen!..
İşte tarihe “31 Mart Vakası” diye geçen ve o gece İstanbul’da büyük çoğunluğunu alaylı yani, üniversite eğitimi almamış askerlerin oluşturduğu hükümetteki İttihat Terakki Cemiyeti karşıtı gurup, “isyanın” ilk ateşini “şeriat isteriz” diyerek “Topçu Kışlası’ndan” yakacak, devamında da kendileri de dahil pek çok canın yitip gitmesine neden olacak süreci böylece başlatmış olacaklardı.
Oysa 2’nci Meşrutiyet’le birlikte şekillenen Osmanlı Anayasası’nda devletin resmi dini İslamiyet’ti zaten! Fakat “gerici kafa” için şeriatın bir sınırı, ini dibi yoktu; amaca ulaşmak için her zaman iyi bir gerekçe, iyi bir malzemeydi şeriat!..
Derviş Vahdeti ve İttihat-ı Muhammedi Örgütü tarafından kışkırtılan elleri silah ve sopalı binlerce insan yeşil bayraklarla vardıkları Sultanahmet’teki Meclis-i Mebusan binasının önünde “Gavur meclis istemiyoruz “ diye bağırıyordu. Çünkü İstanbul’da 2 bin 500 evin yanmasına neden olan son büyük yangın, bu Meclis’in şekillenmesine neden olan Meşrutiyet’in ilanı üzerine Osmanlı’yı cezalandırmak üzere Allah tarafından çıkarılmıştı onlara göre!
1876 Anayasası’nın 35’nci maddesi padişaha “Meclis’i feshetme yetkisi” tanıyordu, hükümetteki İttihat ve Terakki Cemiyeti’yse demokratik bulmadığı bu maddeyi kaldırmak istiyordu. İsyanın elebaşları da bu durumu masum Müslüman halka şöyle anlatıyorlardı:
“35’nci madde ne demek; 30 Ramazan, 5 de vakit namazı demek. İttihatçılar dinsiz oldukları için Ramazanı ve namazı kaldırmak istiyorlar!..”
Bu bakış açısı, bu kafa tanıdık geliyor mu sizlere sevgili okurlar, özellikle son zamanlarda “mabedimize ayakkabılarıyla girdiler, camide içki içtiler, benim başörtülü bacımın üzerine siğdiler” gibi yalanlarla halkı galeyana getirmek için söylenen sözler tanıdık geliyor mu?
Tarih boyunca asıl savaşın “din istismarcıları” yani, ısrarla “karanlığı” isteyenlerle, usanmadan “aydınlığın meşalesini” yakma mücadelesi verenler arasında yaşandığını görebiliyor musunuz aynen bu gün de olduğu gibi?
O gün de bu gün olduğu gibi aylardan Mart’tı, din yine siyasete alet ediliyor, “Gavurluk istemeyiz, şeriat isteriz” diye bağıranlar Meclis’in önünde Adalet Bakanı Nazım Paşa ve Lazikiye Mebusu Emir Arslan Bey’i linç ederek öldürüyordu. Denizcilik Bakanı Rıza Paşa’ysa öldü sanılarak bırakıldı.
Onları en çok kızdıran şeyse “irticacı oldukları” gerekçesiyle 60 öğrencinin Harp Okulu’ndan atılması ve üniversite eğitimi almamış subayların emekli edilmek istenmesiydi.
Binbaşı Ali Kabuli, Yüzbaşı Nail, Yüzbaşı Selahaddin, Yüzbaşı Sparati, Mülazım Muhiddin, Mülazım Selim mektepli oldukları gerekçesiyle ilk öldürülen subaylarımızdan bazılarıydı. Binbaşı Ali Kabuli’nin kesik başı bir sopanın ucunda sokaklarda dolaştırılmıştı.
Okullarda derslerin Türkçe yapılmasına karşıydılar. Yeni okul istemiyorlardı. Medreseler yeterliydi. Kızlar okula gitmeyecekti, Şeriat’a aykırıydı. Yazışmalar Türkçe yapılmayacaktı, yoksa din eleden giderdi!
İsyanı, içinde Mustafa Kemal’ler, İsmet’ler (İnönü), Meşrutiyet için dağa çıkan Resneli Niyazi’ler ve Eyüp Sabri gibi “aydınlık kafalı insanların” bulunduğu Selanik’ten yola çıkan “Harekat Ordusu” bastırdı. Alayını astılar.
Ayaklanmayı bastırırken yaşamını kaybedenlerin anısına Şişli’ye “Abide-i Hürriyet” anıtını diktiler.
Aydınlıkla, karanlık arasındaki savaş o günden sonra da devam etti. Bazen Şeyh Sait, bazen de Derviş Mehmet olarak çıktı sahneye. Onların da alayını astılar!
Sonra kılık değiştirdi, yıkmak için uğraştığı “demokrasi esvabını” giyerek sandığa girdi karanlık!..
Bu gün önümüzde duran tablo ne o parti ne de bu aday meselesidir; her ne kadar kılık da değiştirmiş olsa bu günkü manzara hala aydınlığın, karanlıkla mücadelesidir!