Bir şeyi çok sevdim mi ondan kolay kolay vazgeçemem.
Bazen zarar verseler de insanlar gibi, kullandığım objeler için de böyledir bu.
Mesela bir pantolonu çok mu sevdim?
Üzerimden günlerce çıkarmadığım, her sabah onu tekrar tekrar giydiğim çok olur.
Bundan yıllar önce birkaç ayakkabı almıştım kendime.
Topuksuz, yumuşak deriden, rahat giyimli siyah bir pabuç, öyle sevdim, öyle sevdim ki, sık sık onu kullanıyorum ancak, o gün giydiğim kıyafet siyah iskarpine uygun olmadığı için kahverengilerin arasından seçmiştim kullandığım ayakkabımı.
Ben yokken eve babam uğramış.
Ve bahçeyle uğraşırken filan kendi ayakkabılarından birinin topuğunu kırmış.
Hal böyle olunca da evde dolabı açıp, giderken benimkilerden birini geçirivermiş ayağına.
Ve bilin bakalım hangisini seçmiş?
Tam olarak da öyle, yeni alıp çok severek kullanmaya başladığım siyah olanları!
Geri getirdiğinde azıcık sitem etmiştim, “babacığım, bir sürü var orada. Bula bula tam benim çok sevdiğim bu ayakkabıyı mı seçtin” diye?!.
Bir daha da giyememiştim onu.
Çünkü benim ayak numaram 41, babamınkisiyse 42’ydi.
Zaten yumuşak, ince derili olan pabuçlar babamın ayaklarını sarınca 1 numara birden büyümüş, benim içinse artık kullanılamayacak hale gelmişti!
Nereden bilebilirdim kısa bir süre sonra canım babamı kaybedeceğimi ve bir gün gardırobumda kalan ayaklarıma uygun tek ayakkabının babamın o gün giyerek büyüttüğü siyah pabuçlar olacağını o sıralar?
Hem üzerlerinde babamın anısı var, hem de sigarayı bıraktıktan sonra kilo alınca benimle birlikte bir numara şişmanlayan ayaklarımın rahat ettiği yegane pabuç onlar bu gün!
Son günlerde neredeyse her gün onları kullanıyorum.
Arada bir baktıkça burnuma boya, badana, is, kurum ve baba kokuları geliyor.
Eskiden, çok eskiden evleri ilkbahar geldiğinde babalar boyardı biliyor musunuz?
Artık havalar ısınmaya yüz tutunca evlerdeki sobaları kaldırır, balkonda ya da bahçelerde borulara bir çomakla tık-tık vurarak içlerinde biriken kurumları da temizlerlerdi babalar.
O vakitler odun ya da kömür yakıldığı için içeride, tavan ve duvarlara mutlaka bir parça is sinerdi.
Birkaç gün öncesinden tenekelerde kireçler söndürülür, gidilip aktardan boya, fırça ve malzemeler satın alınırdı.
Önce uzun saplı bir fırçayla tavanlara en az iki kat kireç sürerdi babam.
Nasıl da güzel kokardı, temizlik, arınma kokardı her yer.
Sonra sıra duvarlara gelirdi.
Çok severdim boya kokusunu.
Yepyeni olurdu sanki bütün dünya.
Yavaş yavaş ortaya çıkıp onların etrafında uçuşmaya başlayacak olan kelebek ve bal arılarıyla, mis gibi kokan bembeyaz bahar dallarının habercisiydi benim için evde badana yapılmaya başlanması.
Elimde köşe fırçasıyla babama yardım ettiğim günler burnumda tütüyor.
Siyah ayakkabılarıma baktıkça boya kokularını ve babamı özlüyorum.
Kim bilir belki de onları hiç çıkarmak istemeyişim bu yüzdendir.
Şimdilerde boyalar da kokmaz oldu artık.
İçlerinde renk var ama ruh yok.
Önceki hafta Yenişehir İlçesi’nin, Osmaniye Köyü’ndeki o kadim mezarlıkta beklerken gözlerim bir ayaklarıma, bir o sıra babasını defnetmeye hazırlanan Orhan Efe’ye gidiyor.
Oğulları Mustafa ve Selçuk Efe de perişan.
Yüzlerindeki acı ve keder kahredici.
Acaba Orhan’ın da var mıdır babası tarafından giyilmiş olan bir ayakkabısı?
Üzülüyorum onun için de.
Ayakkabılarıma bakıyorum…
“İyi ki“ diyorum içimden, “iyi ki canım babam o gün giymiş bunları.”
Aklıma Can Yücel’in şiiri geliyor.
Ne güzel de anlatmış babasızlığın kederini en güzel gözlü Maarif Bakanı’nın oğlu şair:
“Baban giderse;
Başı dumanlı dağın gider
Atan gider, sırtın gider
çınar ağacın gider, yaslanacak yer bulamazsın…
Baban giderse
Darda sana yetişen elin gider
Aklın gider, canın gider
Şu dağlanmış yüreğinde
Çocuk kalan yanın gider
Baban giderse
Öpülecek elin gider
Bayram gider…”
Sabır diliyorum Orhan’cığım.
Biliyorum “canın” gitti senin de.
Bayramın gitti, öpülecek elin gitti…
Kokuların gitti bir bir avuçlarından.
Ahmet amcanın ruhu şad olsun.
Selçuk, Mustafa ve Nilüfer hatun için bayramlarda öpülecek senin ellerin kaldı geriye yadigar.
Bir kez daha sabır diliyorum Orhan’ım, Allah gani gani rahmet eylesin.