İnsana yeni kapılar açıp başka mecralara, insanı alıp başka maceralara sürüklemeyen kitap kitap değil, filmse film değildir benim için.
Ortaya konan bir eser sizi zenginleştirmiyor, on dakika öncesinden farklı kılmıyorsa eğer, onunla kıymetli vaktinizi hiç boşuna harcamayın, sırada sizi bekleyen daha neler var neler, koyun gözüne gitsin!
Ünlü Venedikli gezgin Marco Polo’nun gençlik yıllarında yaşadığı maceraların, izlenimlerinin anlatıldığı kendisiyle aynı adı taşıyan diziyi geçen hafta bulabildiğim her boş zamanda keyifle yeniden izledim.
Bundan yaklaşık 750 yıl önce, 13’ncü yüzyılın Asya bozkırlarında gerçekleşiyor filme konu edilen olaylar.
Tarihe büyük Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu olarak geçen Cengiz Han’ın ya da doğum adıyla Temuçin’in torunu Kubilay Han’ın devrinde yaşanan savaşlar ve devlet yönetme teknikleri anlatılıyor orada.
“Moğol” kelimesi bu gün dünyada “etnik” bir kavram gibi algılansa da aynen “Osmanlı” ifadesi gibi “Moğol İmparatorluğu” da Türk boylarının tek bir çatı altındabir araya gelerek kurdukları çok büyük bir dünya devletiydi.
Cengiz Han katıksız bir Türk’tü.
“Cengiz’in” manası “tengiz” anlamında kullanılan “denizdi”.
Nitekim “Temuçin” ismi de kök Türkçede “demir” anlamına gelen “Temur” sözcüğünden türemiştir.
Ne kadar uzaklaşmışız gibi görünse de aslında ne kadar yakın ve aynıyız, öyle değil mi?
Yıldırım Beyazıt’ı yenerek büyük bir şok etkisi yaptığı için Osmanlı tarihinde adından “aksak Timur” diye söz edilen Timurlu Devleti’nin kurucusu Timur’un adı da “demir” yani “Temur” adını taşır.
Aramızda binlerce kilometre mesafe, yüzlerce yıllık zaman dilimi de olsa, gerçekte kardeş çocuklarıyız hepimiz.
Günümüzde Cengiz Han’a Moğollar, Timur’a da Özbek’ler sahip çıkarlar ve kendi ataları olarak kabul edip, öyle tanıtırlar onları.
Oysa Selçuk bey, Alparslan kimse, Timur da Cengiz Han da odur.
“Özbek” ifadesi de öz Türkçe bir tanımdır.
“Öz-bek” değil, “öz-beg” yani “Öz-bey” dir.
“Uygur” sözcüğüyse bu gün bizim kafamızda sadece etnik bir kimliği ifade etse de aslında uygarlığı, uygar Türkleri, daha doğrusu çadırda süren kabile yaşamından, yerleşik hayata geçmiş olan boyları tanımlar.
Atalarımdan miras kalan tarihimi, kültürümü, insanlarımı çok severim.
Bu değerlerle ilgilenip araştırdıkları vakit yobaz solcular tarafından “ırkçı-faşist” diye damgalandı bizim neslin bireyleri, bu yüzden köklerinden uzaklaştılar.
İnsanlığın daha adil, eşit ve paylaşımcı bir geleceğe sahip olması için “sosyalizmin” benimsenmesi, onun aynı zamanda insanoğlunun ihtiyaç, beklenti ve bölgesel özelliklerine göre de geliştirilmesi gerektiğini savunduklarındaysa “ırkçı-faşistler” tarafından “dinsiz-kızıl-komünist” diye damgalanırlardı.
Artık kime ne gam!
İşte sözünü ettiğim Cengiz Han’ın torunu Kubilay’ın yönettiği devri anlatan Marco Polo isimli diziyi izlerken ben de hayalimde at üstünde sabahları üzerine çiğ yağmış o geniş bozkırlarda dört nala koşturup, atalarım gibi rüzgarın keskin serinliğini hissettim yüzümde.
Tüm canlı türleri incelendiğinde, atlar ya da köpekler gibi örneğin, sahip oldukları çeşitlilik yelpazesindeki skalaya bakıldığında her birinin diğerinden çok farklı genetik özellikler taşıdığı görülür.
Bu böyledir.
At türünde kimi kumda, kimi çimde koşabilir, kimi dayanıklıdır, yarı aç yarı tok sizi binlerce kilometre öteye götürebilir.
Köpeğin kimi kuş avlar, kimi tavşan, kiminin yaptığı en güzel iş bekçiliktir, kimi de tek başına bir kurdu yenebilir.
Aynı türün mensubu olan kurtsa asla evcilleştirilemez ve Kangal cinsi haricindeki tüm köpek türlerini tek başına rahatça öldürebilir.
Milyonlarca yıl devam eden yaşam şartları belirlemiştir kalıtsal özellikleri.
İnsan ırkında da ayrı ayrı pek çok boyu ifade eden “Türk” tanımının altındaysa iki önemli kavram gizlidir:
Birincisi çok savaşçı bir millettir Türkler, ikincisi de uzun süreyle boyunduruk altında asla yaşayamazlar ve mutlaka kurt sürüleri gibi bir araya gelerek kendilerine yeni bir devlet kurup, hakimiyet alanlarını büyütmeye çalışırlar!
İnsanlık tarihinin en kadim halklarından Çinliler bile başa çıkamıyorlar ve Türklere karşı uzaydan görülebilen insan yapımı tek kalıntı olan Çin Seddi’ni inşa ediyorlar düşünebiliyor musunuz?!.
Hani en başta dedim ya “izlediğiniz bir eser sizi zenginleştirmiyor, zihninizde yeni yeni kapılar açmıyorsa hemen bırakın onu bir kenara” diye?
Marco Polo dizinde bir kitaptan, bundan 2 bin 500 yıl önce Sun Tzu isimli biri tarafından yazıldığı iddia edilen “Savaş Sanatı” isimli bir eserden de söz ediliyor.
Bunu duyunca ister istemez meraklanıyor, araştırmaya, incelemeye girişiyorsunuz.
Bu arada unutmadan söyleyeyim, İnternet’te Cengiz Han’ın hayatının anlatıldığı “Timuçin” isimli bir film de var, izlemediyseniz meraklıları için öneririm; o da çok başarılı bir yapıt.
“Sun Tzu” gerçekten çok enteresan bir çalışma.
Çinli bir komutan tarafından kaleme alındığı ve Türklerin savaş sanatıyla ilgili ilkelerinin aktarıldığı rivayet ediliyor tarihçiler tarafından.
Örneğin Dr. Wolfram EBERHARD’ın 1917 yılında yazdığı, daha sonra Türk Tarih Kurumu tarafından da yayınlanan “ÇİN TARİHİ” isimli eserinde, o dönemde bu günkü Çin’de hüküm süren “CHOU (Çu) hanedanı aslında bir Türk kabilesiydi. Ufak olan devimleri, bilhassa Türklerle Tibetlilerden müteşekkildi. Gök Tanrısına inanırlardı. Bronz silahları ve harp arabaları vardı.” denilmektedir.
Savaş sanatı üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biri olan o eserdeki bilgiler bu gün ekonomi, iş dünyası, siyaset, spor gibi pek çok alanda başucu ilkeleri olarak kabul edilip kullanılıyor biliyor musunuz?
Mesela “dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın” sözünü bilirdim de Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı’ndan” alındığını bilmezdim!
Hiç savaşmadan savaş kazanmanın önerildiği kitaptaki bazı tavsiyelerden örnekler sunup paylaşayım bu gün sizle de:
“Eşitsen, gücün varsa savaş. Sayıca az isen, mümkünse uzak dur. Durumun parlak değilse, mümkünse hemen kaç!
İnsan, doğası gereği zora düşmedikçe, yeteneklerini sonuna kadar kullanmaz.
İnsanlar bir kez birleştiler mi, cesurlar tek başlarına ilerleyemezler, korkaklar ise tek başlarına geri çekilemezler!
Düşmana savaşmadan boyun eğdirmek, maharetin doruk noktasıdır.
Disiplin ve sükunetle düşmandaki düzensizliği, kargaşayı beklemek, inisiyatif kullanma sanatıdır.
Dövüş ustası olanlar öfkelenmezler, kazanma ustası olanlar korkmazlar, akıllılar dövüşmeden kazanır, cahiller kazanmak için dövüşürler.
Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan da tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin; ne kendini ne de başkasını bilmezsen eğer, her savaşta tehlikedesin demektir.
Ben savaşırken herkes taktiklerimi görebilir; fakat hiç kimse asıl zaferin kaynağı olan stratejiyi göremez!
Planlarını gece gibi karanlık ve geçilmez yap ve hareket ettiğinde bir yıldırım gibi in.
Savaş için en güçlü olduğunuzda, kendinizi güçsüz gibi göstermeli, kuvvetlerinizi harekete geçirirken hareketsizmiş gibi durmalı, düşmana yaklaştığınızda, uzakta olduğunuz izlenimi vermeli, uzakta olduğunuzdaysa düşmanın burnunun dibinde olduğunuza düşmanı inandırmalısınız.
Savaşta sürat ana silahtır. Düşmanın hazır olmadığı anı kollayın. Beklenmedik yollardan geçip, korunması ihmal edilmiş noktalardan vurun.”
Sun Tzu’nun bundan 2500 yıl önce düzenlediği savaş sanatına ilişkin incelemede, gerçek hedefin elverişli koşullarda barışın sürdürülmesi olarak sunulması da son derece dikkate değer.
Dünyada kim savaş ister?
Ancak insanlık tarihine baktığınızda bunun sadece bir “savaşlar tarihi” olduğunu görürsünüz; savaşılmadan geçen sürelerinse birer “savaşa hazırlık” zamanı!
Elin gavuru yaptı mı tam yapıyor canım!
O muhteşem güzellikteki kostümleri, kadınların taktıkları kemerlerin, alınlıklarındaki süslemelerin, has ipekten üretilmiş elbiselerin çarpıcılığı, o su gibi duru ama gerektiğinde bir panter kadar yırtıcı Türk kadınlarının, erkeğin hemen yanındaki özgür duruşları…
Yine pek beğendim diziyi.
Araştırmacı rahmetli Tankut abim (Sözeri) hep söylerdi demlenerek yaptığımız saatler süren uzun sohbetlerimiz sırasında, “Asya’daki Türk boyları normal koşullarda hep birbirleriyle savaşıp karşı tarafı talan ederler. Bunun bir tek istisnası vardır; o da ne zaman ki Cengiz soyundan biri çıkıp ortaya tuğ dikerek herkesin bir araya gelmesini istesin, tümü onun etrafına toplaşarak itaat ederler ve hep birlikte başkalarına karşı savaşa girişirler! Mesela Timur bu soydan değildir. Batıya doğru sefere çıkmak istediğinde önce Cengiz sülalesine mensup bir prense tuğ diktirerek dirlik ve birlik sağlamış, onun ardından da fetihlere girişmiştir…”
“Bir insan kendisini tanıyıp anan son insan öldüğünde gerçekten bu dünyadan ayrılırmış, nur içinde yat Tankut abi, seni çok özlüyoruz.”
Aslına bakarsanız Asya’daki akrabalarımızın öncülleri olan Anadolu’daki bizler de tarihimiz boyunca hep benimsediğimiz bir önderin ardından gittik.
Alparslan ve Selçuklu hakanlarıyla başlayan süreç Osmanlı padişahlarıyla sürdü.
Samsun’dan çıkarak bağımsızlık mücadelesinin ilk kıvılcımını çakan Atatürk de aslında Erzurum kongresiyle ortaya bir “tuğ” dikmiş, o tarihten 1000 yıl önce Anadolu’ya girilen aynı yerden başlatmıştı büyük kurtuluş mücadelesini!
Sonraları Menderes’in, Demirel’in, Ecevit’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinden demokrasi arzusuyla filan mı gitti bu millet sanıyorsunuz?
Severek benimsediği bu liderler onun gözünde birer prensti aslında, uğurlarında ölürcesine sevildiler halk tarafından.
Hatta 1980 sonrası iktidar gücüne talip olan “aslan sosyal demokratlar boyu” da aynen Timur’un yaptığı gibi gidip gerçekte siyasetle hiç ilgisi olmadığı halde sırf İnönü soyundan geldiği için Erdal İnönü’ye diktirmediler mi tuğlarını?
“Ne yiyiyorsunuz” diye sorduklarında, “biz birbirimizi yeriz” derdi rahmetli!
Şimdilerde CHP’nin başında tutulan çakma lider Kemal Kılıçdaroğlu’ysa “tuğ” yerine ortaya dike dike habire “tüy” dikmekle meşgul!
Hazret en sonunda “getirin madem Amerika’daki gibi bir başkanlık sistemi getirecekseniz” demiş!..
Elin Amerikalısı devlet kurma ilkelerini, devlet kurumlarını, savaş sanatına varıncaya dek bizden alıp kopyaladı hacı, ne diyorsun sen öyle?
Gelecekte böyle Kılıçdaroğlu gibi bilgisiz, lüzumsuz, işlevsiz, başarısız adamların gündemi meşgul edip memleketin önünü tıkamaması için şu “başkanlık sistemine” artık hakikaten başlama vakti geldi de geçiyor sanırım!
Ama Amerikan usulü değil, Türk usulü!
Kut dilde, Türk kağanının “hükmetme, hükümdarlık gücü ve yetkisi” yani “siyasi iktidar” sahibi olmasını tanımlardı.
Türklerde, Gök Tanrı’nın kut verdiğine inanılan hükümdar ailesinin erkek üyeleri “kağan” olabilirdi. Töreye göre hükümdar kurultayda seçilir ve bu seçimlere halk da katılırdı. Türk devletlerinde Türk olan baş hatunun büyük oğlu hükümdar olurken, küçük tiginlerse (şehzadeler) “şad” yani “ordu komutanı” olarak görev alırlardı; yani eskiden öldürülüp harcanmazlardı.
Devlet meseleleri adına kurultay, toy ya da kengeç denilen mecliste görüşülüp orada karara bağlanırdı.
Kurultaylara din adamları asla katılamazlardı!
Atalarımızın kurup bu ilkelerle yönettikleri bir dolu devlet ve imparatorluk yüzlerce yıl boyunca neden, nasıl hüküm sürdü sanıyorsunuz?
Bu devirde elbette “asil bir sülale” arayacak halimiz yok!!!
Direkt olarak halkın seçtiği kurultay üyelerinin belirleyeceği bir “başkan” her türlü denetleme, Anayasa ve yasa hükümlerine de tabii olmak kaydı şartıyla kendi kabinesini oluşturarak yönetsin şu ülkeyi, ne olacak?
Zaten fiili olarak da yaşanan bu değil mi?
Ne zaman koalisyon dönemleri oldu geri gitti bu ülke, hangi vakit tek başına güçlü iktidarlar geldi fersah fersah yol katetti.
Adına “muhalefet mensubu” denilen ve gerçekte ivir kurdu gibi beyinleri kemirerek geçinen bazı tipler kalksın artık ortalıktan.
Ben şu Kemal Kılıçdaroğlu’nun her Salı günü gerçekleştirilen CHP Grup toplantılarında sağ elinin yamuk işaret parmağını sallayıp, gözlüklerinin ardından kaşlarını bir aşağı bir yukarı kaldırıp durarak muhalefet yaptığını sandığı hallerinden çok sıkıldım artık.
Ne deniyordu 11’nci yüzyılda yaşayan Karahanlı Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacib’in, Doğu Karahanlı Hükümdarı Tabgaç Uluğ Buğra Kara Han’a atfen “fa’ülün fa’ûlün-fa’ûlün-fa’ûl” aruz kalıbıyla yazıp yine kendisine hediye ettiği alegorik ve didaktik Türkçe eseri Kutadgu Bilig’te”?
“Başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanların arasındayken belli olur.
Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer.
İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya’da hem de öteki Dünya’da mutlu kılacaktır.
Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür.
Akıl bir meşaledir. Kör için göz, ölü vücut için can, dilsiz için sözdür.”
Hadi kalın gari sağlıcakla.