Yazarlar

Bayramınız kutlu olsun

post-img
Nasıl da zor gelirdi, nasıl da zor gelirdi günün henüz ağarmadığı, uykununsa en tatlı kıvamının yaşandığı sabahın o erken saatlerinde uyandırılmak.   Sanki beni unutup gidecekmiş gibi kafamı yorganın içine gömer, aradan geçecek bir dakikayı bile kar sayarak yarım kalmış kim bilir hangi rüyanın içine bıraktığım yerden yine girmeye çalışırdım.   Şahin’se onun ilk dokunuşuyla birlikte yatağından zıpkın gibi fırlar hemen gidip abdestini alarak hazır asker gibi bir köşede bizi beklerdi.   Bir ömür boyu bedeniyle de çalışmaktan ötürü nasırlı ve tırtıklıydı elleri, avuç içleri adeta zımpara gibiydi.   Kış geldiği vakit soğuktan ötürü çatlakların araları daha da açılır ve zorlandığı vakit de kanardı.   Krem sürerdi o zaman, yağlı krem iyi gelirdi.   Uyurken sabah namazı için beni kaldırmak üzere iki yanağımdan okşadığında çile çekmiş avuçlarının yüzümde bıraktıkları o tırtıklı izi hiç unutmam, her kurban bayramının ilk günü gözlerimi açmadan önce büyük bir hasretle o anı hayalimde yine yaşar, öyle uyanırım.   Keşke bu gün sağ olsaydı da her sabah gün ağarmadan kalksaydım.   Ne büyük bir dayanak ve güçmüş insana babasının varlığı, ne kadar çok şey kaybettim onu yitirince pek çokları gibi ben de sonradan anladım.   Her ne kadar kafamı yorgana gömsem de Bayram Namazı için asla taviz vermezdi, alaca karanlık kuşağında üçümüz aynı anda yola çıkmış komşulara selam vere vere Kayhan Camisine ulaşır, neredeyse bir saat boyunca Ulucami’den verilen vaazı dinlerdik.   Namaz başlayana dek sürekli diz üstünde oturmaktan dolayı bacaklarım uyuşur, dakikalar boyunca ayaklarıma hançer gibi saplanan sancıları çekerken lafı uzattıkça uzatan vaize içimden gizlice küfür ederdim!   Vaaz bitince lafı bu kez de cami hocası alır, her sene dakikalarca “bayram namazının nasıl kılınacağını” tekrar tekrar anlatırdı.   İşlem bittiğinde gün ağarmış olurdu artık.   Tek sıra halinde cemaatle de bayramlaşır, Selçuk Hatun Sokak’taki evimizin yolunu tutardık.   Caddeler bir iki gün önceden alınıp eski Bursa sokaklarındaki evlerin bodrumlarına konmuş hayvanların gübre ve biraz da idrarla karışık olan postlarının kokularını taşırdı burnumuza.   Eve vardığımızda sokağın kadınları ellerinde birer süpürge, önlerinde birer kova su cümle kapılarının önlerini yıkıyor olurlardı.   Bu sayede hanenin bir dahaki kurban bayramına dek gelebilecek tüm kötülüklerden temizlendiğine inanılıyordu.   Karşı komşumuz rahmetli Rüveyde teyze herkesten önce çoktan yıkamış olurdu, yan komşumuz Nuriye abla da öyle.   Kısa bir hazırlıktan sonra bodrumda bekleyen kınalı koçu boynuzlarından çekerek Gökdere kıyısındaki evimizin bahçesine  indirir, sonra ona son kez su tutardık.   Az sonra da Mürüvvet hanım görünürdü kapıda.   Sahip olunan mal mülk onun üzerine kayıtlı olduğu için, kurban da onun adına kesilirdi dolayısıyla; baskın kadınlardandır elleri öpülesi sevgili validem, bu bayram uzağız, kendisi Antalya’da.   “Vekilin olayım mı?”   -Ol.   “Vekilin olayım mı?”   -Ol.   “Vekilin olayım mı?”   -Ol.   “Beeeeee!..”   Bir şekilde alışıyor insan ama aradan yıllar geçtikçe aslında niyet edilene hiçbir şekilde hizmet etmeyen bu kadim gelenek, gittikçe uzak gelmeye başladı bana.   Kurban ritüelinin temeli çok eski, üstelik de sanılanın aksine İslamiyet’le de hiç ilgisi yok!   İnandıkları tanrı ya da tanrıçalardan sağlık, bereket ve uzun ömür isteyen insanlar çok eskiden komşu kabilelerden kaçırdıkları kadın ya da erkekleri kurban ederlermiş inşa ettikleri tapınaklarda.   İnsanoğlu bu!   Aklınca az verip çok şey isteyecek ya!   Daha sonra tarım toplumuna geçişle birlikte ki, sözünü ettiğim dönem en az 15 bin yıl öncesine dayanır…   Tutsak ettikleri insanları tarlalarda köle olarak çalıştırmak yerine, onları kurban etmenin tanrı tarafından da makbul sayılmayacağına hükmediyor insanoğlu!   İşte bu nedenle ilkel toplumlar için “hayvanların kurban edildiği dönem” başlıyor.   Meselenin geçmişi bu kadar basit!   İnsanın “istemek” konusundaki o dayanılmaz arzusunda yatıyor her şey; tabi ekonominin de kurallarına uymak kaydı ve şartıyla!   Babam hayvanı bahçede haklayıp pakladıktan sonra kutsallık atfettiğimiz için yenmeyecek bazı organları oraya açtığımız bir çukura, “sokak hayvanları parçalamasınlar” diye gömülür, kalan parçalar da yukarıya, eve taşınırdı.   O kocaman ahşap hamur tablasının üzerinde önce bayram kavurması için etler kuşbaşı olarak doğranır, kısa bir süre sonra evin içi pişmekte olan o mis gibi taze etin nefis kokusuyla kaplanırdı.   Domatesin domates, biberinse biber gibi koktuğu yıllardı o yıllar.   Üzerlerine dökülen halis soğuk sızma zeytinyağı ipekten zümrüt yeşili bir elbise gibi yakışırdı bedenlerine.   Aynı anda tavşan kanı çay da demlenir, kavurma, salata ve çay kokuları birbirleriyle dans ederek tam bir bayram şovu yaparlardı mutfakta.   İşin en güzel kısmı işte bu saatlerde yaşanırdı.   Kavurmanın yağı ya da salatanın suyuna  bandırılan tam buğday unundan yapılmış ekmek parçalarının ağızda bıraktığı o muhteşem lezzetin çekilen birer yudum çayla taçlanan rayihası başka hiçbir günde, başka hiçbir sofrada hala yoktur.   Sofralarınız bereketli, bayramınız kutlu olsun.   İçinize mutluluk, evinize bereket dolsun.   Yaşarlarken kıymetlerini çok iyi bilin…   Ananız, babanız ve tüm sevdikleriniz mutlaka yanınızda dursun!  

Diğer Haberler