Yazarlar

Bayramlar, anılar, anılar ve fotoğraflar…

post-img
En büyüğüyle yani benimle, en küçüğümüzün arasında 7 yaş fark olan iki kız, iki oğlan 4 kardeş büyüdük biz. Çok fark yoktu aramızda. Babamın Irgandı Köprüsü’nün hemen alt tarafında, dere kıyısındaki o ahşap Rum evini satın almasından önce  Keles’ten, Bursa’ya taşındığımız 1973 yılına kadar benim için“bayram” demek, “İsmail dedemin (Ekmekçi) evi” demekti. İsmail dedem, aynı zamanda “dava vekilliği” yaptığı yazıhanesinin önünde 2 numaramızı kucağına oturtmuş, onun ağızlığa uzanma gayretini bertaraf etmeye çalışıyor! Dedemin anası Koca Ninem (Şefika) daha sağdı henüz o vakitler. Hepimize “oğul” diye hitap ederdi. Bayılırdım onun “oğul” demesine; arıların üreyip de oluşturdukları yeni koloniye de“oğul” denir Türkçede biliyor musunuz?. İlçenin ve 38 parça köyün ebesiydi, annemin babasının annesi koca ninem. Çoktan bükülmüş beliyle eğer görseydiniz, Ecevit’in şiirini yazdığı  harmanisi üzerinde“Pülümür’ün yaşsız kadını” gibi sanki bin yıldır orada yaşıyor sanırdınız. Koca ninem, Mehmet dayım ve Bediz yengemin düğününde. Ben dahil yaşlısı genci etrafta kim varsa hemen herkesi dünyaya o getirmişti. Öyle sıradan bir ebe değildi ninem. Binlerce yıl geriden aktarılan kadim bilgi ve geleneklerin belki de oralardaki son uygulayıcısıydı. Hangi bitkinin kökünün hangi rengi verdiğini çok iyi bilir, bahçede kaynayan kocaman bakır bir kazanın içindeki suya kattığı tılsımlı madde ve bitkilerle gök kuşağının tüm ışıltılarını taşıyan urbalar (giysiler) boyardı mesela gelenlere. Kadın hastalıklarına hangi bitkilerin iyi geldiğini sadece o bilirdi. Vücudunda siğil ya da çıban çıkmış insanlara okurdu! Derdine derman arayanlar bir hafta boyunca her gün gelmek zorundaydılar ona. Koca ninemin lügatında eski dilden kalan Cumartesi’nin adı Girey, Pazar Direy, Pazartesi Geçey, Salı Ortay, Çarşamba Uğray, Perşembe Gidey, Cuma Toplay’dı!.. Cumartesi gününde gelene “önümüzdeki Girey’e kadar her gün gel oğul” derdi. Her seansın ardından ya ahşap bir direğe bir çivi çakarak o günü  simgeleştirir ya da örneğin eğer siğilse şikayet edilen şey, üzerine okuyup üflerken bir arpanın ucuyla da etrafını çizerdi. Son gün geldiğinde duasını bitirdikten sonra yüksek sesle mutlaka şunu söylerdi: “Çıksın gitsin, yer ile yeksan olsun inşallah!..” Nasıl olurdu, böyle bir şey nasıl gerçekleşebilirdi bilemem ancak, insanların üzerindeki rahatsızlık neyse gerçekten de çıkar giderdi biliyor musunuz?!. Tam 104 yaşında öldü rahmetli koca ninem. Vefatından önce de hiç unutmam, “yaşlandım ama kendimi hala 18 yaşında gibi hissediyorum oğul” demişti bana! Bursa’ya gidişimize de çok içerlemişti. Üzüntüsünü belli etmek için her bayram elini öpmek üzere ailece yanına vardığımızda, “Gidiyom Elinizden Kurtulam Dilinizden Yeşil Baş Ördek Olsam Su İçmem Gölünüzden” diye mani yakardı. Kocamış ellerinin üzerinde birbirlerine çapraz şekilde rabıtalı koca koca damarları vardı, parmağımın ucuyla bastırıp sorardım çocuk aklımla, “acıyo mu koca ninem”diye? Gülerdi, “dendii, hiç acımıyo oğul” derdi! İşte Keles ve 38 parça köyünden akın akın İsmail dedemin evine gelen insanlar ondan daha çok koca nineme yani, anasına gelirlerdi kutlamak için bayramını hürmetlerinden. Yaklaşık 45 yıl öncesi…Dedemin Land Rover cipine bakım yapılıyor. En solda Yavuz dayım, yanındaki Hacı Abdullah amca (Ekmekçi), tamponun üzerinde ben, sonra İsmail dedem ve rahmetli Kasap Tahir amca (Ekmekçi). Birkaç gün önceden mutfaktaki kuzine sobanın üzerinde yine kalaylı bakır tencereler fokur fokur kaynar, etlisinden sütlüsüne, sütlüsünden tatlısına kadar sanki bir orduya yetecek kadar yemek mutlaka önceden hazır edilirdi. O koca evin misafir salonu haricindeki her odasına sini sini sofralar kurulup kurulup boşaldıkça kaldırılırdı. Sülalenin kızları ve gelinleri günlerce ayrılamazlardı oradan, herkes yardıma gelirdi. Özel günlerde bindallı giyerdi Keles’te o yıllarda tüm kadınlar. Ayakta duranlardan sağdan ikincisi annem. Yaşı o sıralar daha küçük ve daha oyun çağında olan Nilüfer teyzem çay ve boş bardak taşımaktan artık iyice usanıp anneanneme söylene söylene evden çaktırmadan kaçar, rahmetli Kasap Tahir (Ekmekçi) amcanın kızı Kadriye ablayla birlikte, Orman lojmanlarının bulunduğu yerdeki salıncaklara sallanmaya giderdi. Nilüfer Teyzem (Sönmez) ve ben bir çeşme başında. 1973 senesine kadar “Ramazan Bayramı” demek, daha çok İsmail dedemin evine gelen yüzlerce konuğun ellerine küçük yaşlarımdan itibaren kolonya, gül suyu sıkıp, yemeğini yemiş ve artık çayını yudumlamakta olan misafirlere de şeker veya güllü lokum ikram etmekti benim için. Ve işte o yıllardan bu günlere ulaşmış birkaç kare cansız hatıra: Çok severim bu kareyi. Henüz 4 değil, 2 kardeştik o sıra. Arkadaki bahar dalları, validemin beşi bir yerde altınlarıyla birlikte ayrı bir güzellik katmış fotoğrafa.   İkiyken 3 olmuşuz, Gülfiliz’den sonra aramıza Çiğdem de katılmış.   1960 ihtilalinin kurban ve mağdurlarından albay amcamın (Albay Abdulkadir Çelikel) sol dizinde kucağındayım yine bir bayram günü. Gözlüklü diğer çocuksa torunu. Albay amcam, Keles gibi küçük bir ilçede askerlik şube başkanı olarak sürgündeydi o yıllarda.   Bir bayram günü Keles’te şiir okurken.   Aynı bayramın korteji   Bu kez de “mehter başı” yapmışlar beni. Hemen arkamdaki rahmetli Sami İlman.   Dedem ve ben. Bu adamı çok sevdim ben.   Kıbrıs gazisi kahraman Yavuz dayımla (Ekmekçi) kışlada Sonra, ben de bir fırsatını bulup kaçar, bayram harçlıklarını arttırmak üzere diğer akrabalarımızın evlerine el öpmeye giderdim. Bursa’ya yerleştikten sonraysa bir süre artık çok yalnızdık. En küçüğümüz Şahin, henüz ilkokula başlamamıştı. Bu kare Bursa’daki ilk fotoğrafım. Ünlü Cadde’nin sonundaki Stüdyo Sanat’ta çekildi. O sıra ilkokul 4’e başlamıştım. Bebekliğimden itibaren tüm fotoğraflarımı borçlu olduğum asıl kişiyse baba tarafımdan akrabam Süleyman (Yıldız) dayım. Bu fotoğraf da ilkokul 1’nci sınıfa başladığımda Keles’te, Foto Yıldız’da çekilmişti: Rahmetli Süleyman dayım ve babam Uludağ’da.   Süleyman dayıyı anıp da kardeşi Recep dayıyı rahmetle anmamak olur mu hiç, olmaz elbette? Önünde duran ufaklıksa giderken geride bıraktığı oğlu Keles'in medar-ı iftiharlarından, öğretmen, ressam, şair, heykeltıraş, öykücü  Ahmet Hoca. (Ahmet Zekai Yıldız)   Birkaç bina aşağıda, yine Irgandı Köprüsü’nün alt tarafında dere kıyısındaki evlerinde anneannemin kardeşi büyük dayım rahmetli Hasip İnhal, anası Ayşe ninemle birlikte yaşardı. Hasip dayım ve kızı İnci İnhal, Heykel’den Setbaşı’na doğru yürümekteler.   Onlar uzun yıllar önce yerleşmişler Bursa’ya ve Selçuk Hatun Sokak’taki o evi almamıza da dayım vesile oldu. Ayşe ninem çok yokluk görmüş. Oğlunun erzak ihtiyacını karşılamak için yıllarca her hafta yalnız başına Keles’ten Bursa’ya tam iki gün süren yolculuklarda sırtındaki sepetiyle yaya gidip gelerek bin bir güçlükle okutmuş Hasip dayımı. O yıllarda ilçede bulunmadığı için orta mektebi Bursa’da, Tahtakale’deki bir handa yalnız başına konaklayarak bitirmiş Hasip dayım. Sonra, Kuleli Askeri Lisesi’nde okumuş, ardından da İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Keles’in ilk avukatıdır aynı zamanda. Ayşe ninem bayram şekerini bile kaseyle uzatmaz,“belki fazla alırlar, israf olmasın diye” düşünerek, kaç kişi gitmişsek o kadar sayıda getirip tek tek verirdi elimize! Hasip dayım da asla abartılı bir rakam değil ama yine de bir çocuğu memnun edecek miktarda harçlıklarımızı tek tek dağıtır ama bir ara kaş göz ederek dışarı çağırdığı Gülfiliz’e mutlaka ilave takviye yapardı! Onu birazcık daha fazla kolladı her zaman; biraz da İnci'den sonra kendi kızı gibi görüp öyle sevdi. Diğer kardeşler olarak biz bu durumu bilirdik ama hiç dillendirmezdik! Sonra oradan çıkışta dördümüz birden el ele tutuşur, Setbaşı’ndan yürüye yürüye bu kez de şehzade mezarlarının sol tarafında, az ilerideki okulun arkasındaki sokağa varırdık. Orada da yine anne tarafından akrabalarımız nur içinde yatsınlar, Ömer dayımız (Alıç) ve Remziye teyzemiz otururdu çünkü. Her daim güler yüzle ve sevgiyle karşılandık orada da. Allah onlardan bin kere razı olsun, anneme de çocukluğunda çok emekleri geçmiş, bu dünyadan ayrılana dek bizim de her daim gönüllerimizi hep hoş tuttu Remziye teyzemiz ve Ömer dayımız; nur içinde yatsınlar. Bu kare yaklaşık 70 yıl öncesinden... Çeken kişiyse üç ayaklı, dolaplı fotoğraf makinesiyle İsmail dedem. Soldaki rahmetli, Remziye teyzemin  kardeşi Mehmet Ekmekçi, ortadaki Remziye teyzem, yanındaki minik kız da sevgili validem Mürüvvet hanım. Yanaklarından sıkılıp sevilesi minik bir kız o sıra. Kulakları çınlasın, keza Remziye teyzem ve Ömer dayımın evlatları Hatice abla, oğulları Erol abi, Ahmet abi ve Selçuk da öyledir, tertemiz yürekli, dünya iyisidir hepsi de. O yıllarda Bursa’da ipekçilik ölmemişti henüz. Her yanı yemyeşil dut ağaçlarıyla kaplı bahçeleri olan iki katlı eski Bursa evlerinin birer odalarına kat kat çakılmış ahşap raflarda kımıl kımıl aç kurtlar gibi yaprak yiyen ipek böcekleri beslenir, ardından koza haline geldikten sonra da Koza Han’a götürülüp, çuval çuval satılırdı. Kozadan ayrılan ipek liflerinin yeniden sarılıp bükülmesi ve bir araya getirilmesi gerekiyordu. İşte bunun için de dışarıya parça başı iş verirdi ipek tüccarları. Remziye teyzemin evinin bir odasında işte kol gücüyle çevrilerek bu işlemi yapan, birbirlerine bir mekanizmayla bağlı olarak dönen kocaman kocaman çıkrıklar vardı. Evlerine misafir gelmediği zaman ki, öyle bir gün hiç yoktu çünkü, Bursa’da işi olan bir dolu akrabanın akıllarında “Remziye teyzenin evi yerine bir otele gidip yatmak” gibi bir düşünce hiçbir vakit var olmamıştı; sözünü ettiğim çıkrıklarda ipek çileleri iplik haline getirerek aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışırdı Remziye teyzem. Alıç ailesinin hiçbir ferdi misafirden asla yüksünmez, yatırıp, yedirip içirdikten sonra da sarılarak yolcu ederlerdi herkesi. Çok emekleri, çok hakları vardır geride kalanlar üzerinde. Harçlıklarımızı cebimize koyduktan sonra bir an önce gitmeyi düşlediğimiz tek yer ya Pınarbaşı meydanına kurulan bayram panayırı ya da o sıralar Özgen Çay Bahçesi’nin yan tarafındaki küçük alanda bulunan Kültürpark’taki luna parktı. Dönme dolabın, sallanan sandalyelerin, çarpışan taksilerin fevkinde binmeyi en çok sevdiğim oyuncak, dönüp duran uçaklardı çünkü, onların kabininde üzerine bastığın zaman seni havaya kaldıran bir düğme bulunurdu. İşte geçmişten bir kare daha. Sevgili babam ve ben yine bir bayram günü o uçaklardan birindeyiz. Kendi iradenle, üstelik de tek bir düğmeyle gökyüzüne doğru havalanabilmek müthiş bir duyguydu doğrusu. Sırf bu yüzden pek çokları gibi ben de büyüyünce “pilot” olmak istiyordum o yıllarda. Düşlerimde jet uçağımla evimizin tam üzerine kadar geliyor, oraya varınca duruyor,(!) kabinden aşağıya sarkıttığım kendirden bir halata tutunarak yavaş yavaş aşağıya, ön avluya iniyor, anneme, babama ve kardeşlerime sarılıp hasret giderdikten sonra da vazifeme devam etmek için aynı yolu kullanarak yukarı geri dönüyordum!.. Artık hareket etmek üzere uçağın o lunaparkta olanınki gibi tek düğmesine basıp, direksiyonu da sağa doğru kıvırmaya hazırlanırken aile bireylerimin hepsi aşağıdan bana el sallıyordu. Ne müthiş bir düş, kendi adıma ne kadar büyük bir gurur tablosuydu benim için! Şahin tutturmuştu “abi beni de götür” diye ama bu tek kişilik uçaktı; bir dahaki sefere iki kişilik olanla gelecek, yanıma onu da alarak gezdirdikten sonra geri bırakacaktım eve, söz vermiştim! Kızlarınsa böyle bir istekleri yoktu nedense, belli ki Sabiha Gökçen’in varlığını bilemeyecek kadar küçüklerdi henüz! Tüm Bursa’nın nüfusu topu topu 300 bin kadardı o yıllarda. Şimdiki İnegöl’den biraz iriceydi sanki. Belediye otobüslerine arkadan binilir, hemen kapının sağındaki  makamında oturan biletçiye para ödenerek girilirdi. İleride “adam olabilmek” için ilk adımlarımızı atmıştık hayata ve yürüyüp gidiyorduk işte. Siyasi partiler mitinglerini Heykel’de yaparlardı henüz o senelerde. Bülent Ecevit’i ilk kez 1977 yılında bir otobüsle geldiği Heykel’de izlemiştim. Saatlerdir onu bekleyen mahşeri bir kalabalık vardı alanda. Aracın camında göründüğü vakit herkes oraya doğru hücum etmişti; neredeyse eziliyordum. Orta yaşlı iri, uzun boylu bir adam aldı beni, kaldırıp omzunun üzerine oturttu! Tüm konuşması sırasında Karaoğlan’ı işte oradan, meydandaki o muhteşem, güvenli locadan izleme şansı buldum böylece. Bayramlar, anılar, anılar… Hadi, dilimize “Adam Olmak” başlığıyla Ecevit’in çevirdiği, Nobel Ödüllü, Britanyalı şair Rudyard Kipling’in yazdığı çok sevdiğim o şiirle tamamlayalım, bu bayram sohbetini. Herkese, harçlıklarını bol tutun, özellikle tüm çocuklara iyi bayramlar… “Çevrende herkes şaşırsa, bunu da senden bilse Sen aklı başında kalabilirsen eğer Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır Hem kendine güvenebilirsen eğer Bekleyebilirsen usanmadan Yalanla karşılık vermezsen yalana Kendini evliya sanmadan Kin tutmayabilirsen kin tutana Düşlere kapılmadan düş kurabilir Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir İkisine de vermeyebilirsen değer Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz Kandırabilir diye safları dert edinmezsen Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz Koyulabilirsen hayata yeniden Döküp ortaya varını yoğunu Bir yazı-turada yitirsen bile Yitirdiklerini dolamaksızın dile Baştan tutabilirsen yolunu, Yüreğine sinirine dayan diyecek Direncinden başka şeyin kalmasa da Herkesin bırakıp gittiği noktada Sen dayanabilirsen tek Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken Dost da düşman da incitemezse seni Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni Her saatin her dakkasına Emeğini katarsan hakçasına Her şeyiyle dünya önüne serilir Ve üstelik oğlum, adam oldun demektir”

Diğer Haberler