Yazarlar

Beyaz ev

post-img
Sadece 0.3 asit oranındaki, tam organik ve dünyanın en iyi zeytin yağı olan "İlhan Sarı" markalı şişeden yeter miktarda döküyorum çelik tencereye, dilimlenmemiş bütün bir soyulmuş soğanı orta ısı seviyesinde gezdiriyorum önce... Sonra üzerine kırmızı mercimek ve sıcak suyu geliyor... Mercimekler haşlanana yakın, bir miktar ince bulgur giriyor devreye... Sonra, biraz havuç ve patates rendeleyip koyuyorum... Ana yapının kolon ve kirişleri çatılmıştır artık... Sıra, mutfakta pişen bu sanat eserinin duvarlarını örüp, sıvamakta... Kaya tuzu, az kimyon, kara biber, kırmızı pul biber, nane ve lezzeti zirve yaptıracak olan manda sütünden tereyağı... Bu "Ezo Gelin" herhalde zengin bir konağa gitmiş! Bu kadar malzemeyi temin etmek de her baba yiğidin harcı değil yani çok şükür! Yanına bir de beynime rahmetli anne annem Halime Ekmekçi'den miras kalan, "nişasta helvası" çekti canımız... İster su kullanın, isterse süt, hiç fark etmez... Ancak mutlaka buğday nişastası olmalı, mısır aynı lezzeti vermiyor çünkü... Hele bir de Nilüfer Belediyesi'nin kurduğu, Çarşamba günleri açılan organik pazardaki köylülerin ürettiklerinden alırsanız eğer, tadından yenmez! Önce nişastayı eritiyor, sonra da şeker ilave ediyorsunuz... Başka bir şeye gerek yok... Yine çelik bir tavayı ocağa yerleştirip, içine bu kez bol miktarda İlhan Sarı zeytin yağından koyup kızdırıyorsunuz... Korkmayın, zeytin yağının yanma ısısı çok yüksektir aslında; burnunuza gelen koku renk pigmentlerinden gelir, sıkıntı yok... Yine de çok ısıtmayın, yağ biraz kızsın işte... Sonra, çukur kaptaki sıvının tamamını birden döküyorsunuz içine... Coss!.. Rahmetli anne annem "yaslağaç" derdi adına, kabın dibindekini sıyırıp ters döndürmeye yarayan düz çelik ya da ahşaptan kazıma aletleri var ya mutfaklarda? Hah, işte onlar vasıtasıyla döndürüp, didikleyerek iyice pişiriyorsunuz içindekini... Artık üzerine az biraz toz tarçın döküp afiyetle yemeye başlamak size kalıyor! Çok özlüyorum atalarımı... Onlarla birlikte geçirdiğim zamanlar benliğimi süslüyor. Kız torunlarını kucağına alıp havaya doğru hoplatarak "Tömbülü kızlar töm töm töm" diye seven dedem İsmail Ekmekçi olmadan çok daha yalnız şu dünya... Keles'ten, Bursa'ya taşınmamızı "Yeşil başlı ördek olsam su içmem artık gölünüzden" diyerek protesto eden Şefika ninemin dut ağacı da yok; yerinde çirkin, beton bir bina var artık... Oysa nasıl da güzel bir avluydu o... Sol tarafında bir kereste imalathanesi, sağda Keles'e ilk kez görüntü makinasını getirtip babamla birlikte işleten dedemin sinema salonu... Onun altında tek katlı misafir odaları... Çok misafir gelirdi haneye 38 köyden birden... Kimi davası için gelirdi, kimi aynı zamanda ebe olan koca nineme görünmek için, kimi de Cuma günleri kurulan pazara gelirdi. Avludan ilçe meydanına doğru uzanan dar uzun hol, emanet bırakılan eşyalarla dolu olurdu hep. Sadece bir ev değildi müştemilatıyla birlikte o yapı, çok şeydi... Alt katında İsmail dedemin yazıhanesi, onun arkasında klişelerin, kurşun harflerinin bulunduğu bir dolabı ve sürgülü baskı ünitesiyle birlikte "Gutenberg" adını verdiği matbaa yer alırdı. Haftada bir yayınlanan "Keles'in Sesi Gazetesi" işte orada basılırdı. Ta ki, 1960'lı yıllar, düşünün?!. Avluda 40-50 kadar arı kovanı da vardı... Hem hanenin bal ihtiyacını karşılar, hem de eşe dosta, akrabaya hediye olarak giderdi petekler. Anne annemin kurban bayramlarında kuzine sobanın üstündeki toprak kabın kapağını hamurla sıvayarak yaptığı kapaması da pek meşhurdu. Kurulan yer sofralarında kaşıklanan erik hoşafının lezzeti de hafızamın zenginlikleri arasındadır mesela... Her bayram, herkes için ayrı ayrı en az 8-10 kuzu kesilirdi avluda. İlk kesileni tam ortadan ikiye böldürür, "Yetiştir" derdi dedem, "bizden evvel vatan evlatları yesin"!.. O dik yokuştan ilçedeki Jandarma karakoluna doğru elimdeki yükle birlikte çıkarken iflahım kesilirdi vallahi! Akrabadan rahmetli Kasap Tahir amca inanılmaz bir maharet ve süratle yapardı işini: "Vekilin olayım mı?" -Ol... "Vekilin olayım mı?" -Ol... "Vekilin olayım mı?" -Ol... "Bismillahirrahmanirrahim!.." Sinema salonunun arkasında sadece kadınlar için ayrılmış bir balkon vardı. Hanımlar yanlarında mendilleriyle gelirler, filmin esas kızı oğlanından ayrı düştüğü ya da zengin kızı seven fakir çocuk kör olduğu vakit, göz yaşlarını silmek için kullanırlardı. Sadece onlar değil, salondaki herkes ağlardı hüngür hüngür. İstanbul'un burçlarına bayrağı diken Ulubatlı Hasan'la birlikte hepimiz ayağa kalkar alkış tufanına boğardık ortalığı... Fatih Sultan Mehmet atını surlara doğru sürerken, salondaki herkes perdeye doğru birkaç adım atar, sahnenin içine girip, O'nunla birlikte koşmak isterdi! Teknoloji eski tabii... Arada bir film şeridi kopardı... İşte o zaman makine dairesinde bulunan babam yeniden yapıştırana kadar ışıkları yakar, salondakiler ıslıklar eşliğinde bağırırlardı "Makinist, makinist istifa" diye!.. Aksiyon filmlerinde benim favorim İrfan Atasoy'du; arkadaşım Necati Ak'a göreyse Cüneyt Arkın daha iyi dövüşüyordu! Halbuki İrfan Atasoy bence çok daha fazla takla atıyordu ama neyse... Üç erkek evladını da asker yapmıştı İsmail dedem... Kuleli'den başlayarak harp okuluna dek kendilerine verilen ve zamanı geldiğinde yenilenen eski askeri kıyafet ve şapkalarını izin günlerinde ata ocağına bırakıp gitmişlerdi yıllarca. Gutenberg matbaasının bir köşesinde yıllarca çuvallar içinde durdu o elbiseler... Sonra ilçe pazarının kurulduğu bir Cuma günü hepsini kapının önüne taşıyıp, giysi ihtiyacı olan herkese dağıttı anne annem! İki katlı evin penceresinden baktığımda, Kızıl Ordu Korosu gibiydi meydanda gördüklerim! Neredeyse herkesin kafasında kocaman bir subay şapkası, üzerinde pantolon ve ceketi vardı... Hiç çıkmaz belleğimden... Pazarda ahşap fıçıların içinde pekmez ve onun daha koyusu olan bulama satardı köylerden gelenler... Üzümcülüğü de öldürdüler Keles'te yobazlar şarap yapıyorlar diye! Oysa medeniyetin destekçisi ve barış aşığı Dionysos'un temsil ettiği şarap, ayarında içildiği takdirde ne güzeldir, ne hoştur aslında. Sultan Orhangazi ulaklar göndererek, İnegöl'ün sırtlarına yerleşen Horasan erenlerinden Geyikli Baba'yı Bursa'daki otağına davet ediyor bir gün... Ve miktarı aklımda kaldığı kadarıyla hediye olarak pişmiş toprak kaplar içerisinde tam 7 küp şarap gönderiyor dergahta içsinler erenler diye! Hadi buyurun buradan yakın! Türk İslam tasavvufunda pek çok kaynakta yazılıdır, bir tutam tuz dökerler üzerine, "Haramlığı artık gitmiştir" deyip, lıkır lıkır çekerler şarabı! İlkin gelmiyor Geyikli Baba; koskoca padişahın çağrısını geri çeviriyor! "Geleceğimiz zamanı biz biliriz" diyor! Sonra, binek olarak kullandığı geyiğin terkisinde sürükleyerek bir kavak dalı getiriyor ki, eski Türkçe'de "çınarın" adı kavaktır aslında; bu gün Bursa Kale İçi'ndeki Kavaklı Caddesi'nin yanında bulunan Kavaklı Camii'nin yani, Orhangazi'nin kaldığı otağın avlusuna dikiyor! Bursa Büyükşehir Belediyesi "Bey Sarayı" diyerek, şu an Ordu Evi'nin bulunduğu tarihi alanı turizme kazandırmak için çalışıyor ya? Orası, Bizans döneminde yaşayan tekfurların kaldığı saray alanıdır aslında! Açsınlar, meydana çıkarsınlar, alkışlarım bir diyeceğim yok lakin, Bursa'da hiçbir Osmanlı sultanı sarayda yaşamamıştır, şimdiye dek yaptığım okumaların ışığında söylüyorum bunu. Kavaklı Camii'nin arkasında, ovaya bakan mıntıkada kurulan çadır ve evlerde barınmışlardır ilk padişahlar... Bu gerçeği pek az kişi bilir. Osmanlı'da asıl "saray geleneği" Fatih Sultan Mehmet ve Topkapı'yla başlar. Öncesinde Edirne de vardır elbette. Ancak Bursa'da yoktur öyle bir saray filan. Şimdi o Geyikli Baba'nın diktiği çınar ağacı var ya? Aynen Osmanlı gibi 600 küsur yıl boyunca büyüdü, genişledi ve en sonunda gövdesinin içi boşalıp kurudu! Sonra ne oldu biliyor musunuz? Son 20 yıldan bu yana büyüyen hemen yanı başından aynen Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi genç bir fidan çıkıp çıldırdı! İnanmayan gidip görsün! Efsane gibi bir hikaye! Söz, Keles'ten bir çırpıda nasıl da Bursa'ya doğru ulaştı gördünüz mü? Düzenli olarak sık sık kuzine sobayı kızdırana dek yakar ve bizi bir galvaniz leğenin içine oturtarak yıkardı annem büyürken... Haftada bir de ilçedeki, Hoca Ahmet Yesevi Caddesi'nde bulunan Yakup Çelebi Hamamına götürürdü iyice arındırmak için. "Yakup Çelebi" adını pek kimse bilmez; ben bilirim!.. Oğlunun adını verdiği hamamı Osmanlı Sultanı 1'nci Murat yaptırıyor Keles'e... Amacı, merkezdeki camiye bakım ve onarım için düzenli gelir getirmesi. Oğlu Yakup Çelebi'yse Mudanya'daki bazı zeytinlikleri vakfediyor hamama! Bunu da Kelesliler bilmez! Belediye Başkanı Mehmet Keskin "Vakıflar'dan bir araştırsın" derim? Vesileyle kendisine bir kez daha "geçmiş olsun" dileklerimi iletiyorum. Belki de Mudanya'da yüzlerce dönüm zeytinliği var ilçe halkının yüz yıllar öncesinden kalan ve bundan kimsenin haberi yok! Yakup Çelebi'nin İznik'te bir camisi, türbesi ve Keles'te bir hamamı var. Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayezit tarafından saltanat hırsıyla öldürülen ilk Türk şehzadesi. Öldürülürken, "Bayezit, bana kıydın, dilerim sen de bu tahtın hayrını görmeyesin" diye beddua etmiş, üvey kardeşi de bir süre sonra girdiği Timur'un kafesinde kafasını vura vura yaşamına son vermişti... İşte adına "Fetret Devri" denilen 11 yıllık karanlık dönem ondan sonra başlayacaktı artık... Sonra, Çelebi Mehmet üstünlüğü sağlayacak ve Bursa'da "Yeşil Camii" isimli bir anıt daha yükselecekti. Gidin sağlı sollu, içinde raflar ve ocaklar bulunan odaları, üst katta "hünkar mahfili" denilen bölümleri görürsünüz. Padişahın ailesiyle birlikte orada kaldığını, yaşadığını, alt kattaki bölümlerin devlet hizmeti için ayrılıp, kadıların çalıştığını yazar tarihçiler... İbadet vakitleri geldiğinde de bu amaca hizmet edermiş o kadim yapı. Hasılı, Bursa'da "Bey Sarayı" aranıyorsa eğer, ilk bakılacak yerdir Yeşil Camii ve belki de dünyadaki tek örnektir. Hepsi toprak oldu gidenlerin... Mudanya'daki esnafın sevgili başkanı Emir Ali Usta da ayrıldı aramızdan... Dünya yine daha da yalnızlaştı şimdi... En son yaptığımız görüşmede rakı-roka-balık için sözleşmiştik... Kısmet artık ahirete kaldı! Hiç olmazsa o vakit yanımızda huriler de bulunur! Kendisini özlem ve iyilikle anıyorum, bu dünyada hoş seda bırakan kıymetli ender insanlardan, insan gibi insanlardan biriydi. Mudanya'da işe aldığı kendisinin ve eşi Gülbahar Hatun'un yakınlarından başka kimseye doğru dürüst bir hayrı olmayan CHP'li Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz, yüz binlerce insan gibi geçmişte barınmak için yaptığı evine tutanak düzenletip, yıkım kararı aldırmaya çalışıyordu! Peki, neden? Temsil ettiği esnafı korumaya çalıştığından! Bir sohbetimizde kulağıma doğru eğilip, "Benim engelli, bakıma muhtaç bir kızım var" demişti Emir Ali Usta; "Bu dünyadan göçersem eğer, evsiz kalacak olan evladımın akıbeti için kaygılanıyor, geceleri uyuyamıyorum"!.. Emir Ali abinin giderken Hayri için "hayır dua" etmediğine eminim! Herkesin bir yengesi, doğanın da dengesi vardır! Mevlam ne eylerse güzel eyler, bakalım nasıl eyler?!. Erkut Taçkın da ölmüş, bir dönemlerin Rock yıldızı sanatçımız. Meslektaşım Murat Altınseren'den aldım haberini. Sanatla, şarkıyla, şiirle bitireyim yazımı... Erkut Taçkın'ın seslendirdiği "Beyaz Ev'le" tamamlayalım sohbeti O nu da anarak: "Bir balıkçı köyünde seninle bir yaz, O evde kalmıştık duvarları bembeyaz. O evde geçse bir ömür az, Tüter gözümde aklımdan çıkmaz Orada tatmıştık mutluluğu Kaldı uzakta o en derin haz O ev Beni çağırır Gel gör bir de Sensiz... Tavandan sarkan balıkçı ağları Yemeğimizi paylaşan o küçük kedi Gözümün önünde daha dün gibi O evde geçen bir ömür az Tüter gözümde, aklımdan çıkmaz Orada tatmıştık mutluluğu Kaldı uzakta o en derin haz Sen güneşin doğuşunu İlk kez o evde gördün Senin yüzünü bir ben güldürdüm Şimdi ise o ev çok uzak Çok uzak o yaz O evde geçen bir ömür az Tüter gözümde aklımdan çıkmaz Orada tatmıştık mutluluğu Kaldı uzakta o en derin haz O ev beni çağırır Gel gör bir de sensiz Hatırladın mı?"

Diğer Haberler