Yazarlar

Bilmem anlatabiliyor muyum?

post-img
Bazı insanların diline takılmış ve neredeyse her iki cümle arasında tekrarlayıp durdukları bir laf vardır “anlatabiliyor muyum” diye? Bu lafı sık sık kullanan kişilerin ya dinleyenin zekasından şüpheleri vardır ya da kendi anlatma kabiliyetlerinden! Çetin Altan mesela, sık sık kullanır bu sözcüğü “anlatabiliyor muyum” diye. Hadi eski Türkiye İşçi Partili Milletvekili Çetin Altan’ın bilinç altında Türk toplumunun algı ve anlama kabiliyetiyle ilgili soru işaretlerinin bulunması doğal diyelim, bir de bu işin kopyacıları var ki, her iki cümlenin ardından “anlatabiliyom mu” diye sık sık tekrarlayıp duran genellikle eski solculardır onlar ve bazen bu muhteremleri gırtlaklayarak “anlatamıyon la, anlatamıyosun işte, anlatamıyosun da niye ifade kabızlığı çektiğin kendi dünyana başkalarını da ortak ederek aynı ızdırabı yaşatıp duruyorsun böyle” diye çemkirip suratlarına haykırasım  gelir! Bilmem anlatabiliyor muyum?!. Bundan böyle karşınızdaki insanı daha dikkatli dinleyin. Satır aralarındaki bazı sözcük ve vurguları yakalayabilirseniz eğer, dinlediğiniz kişinin anlattıklarında samimi olup olmadığını ve dahi kişiliğini çok kolay bir şekilde çözüp, anlayabilirsiniz. Mesela bir konuşma yaparken sık sık “gerçekten” sözcüğünü kullanan insanların “gerçek olanı” saklamak için farkında olmadan özel bir çaba sarfettiklerini düşünmüşümdür ben hep: “Sevgili seçmenlerim gerçekten iyi bir yatırım yaptık. Bu binayı gerçekten de çok ucuza çıkardık. Sizleri valla billa gerçekten çok seviyoruz. Hayatta en hakiki mürşit, gerçekten de Yenice Mahalleli Sofu’nun Hurşit! Biz -gerçekten- yaradılanı seviyoruz, yaradandan ötürü.” Bakın bu son cümle mesela, yalanın, riyanın, iki yüzlülüğün zirve yaptığı bir durumu işaret eder. Yaratılanın sevilmek, sayılmak için hiçbir özelliği de mi yok ahlaksız, yalancı adam! Hem senin gibi riyakar, hırsız, sonradan görme, hazımsız  bir herifi Allah da yaratmış olsa, sevmek zorunda mıyım ben?!. Neyse… Bilmem anlatabiliyor muyum?!. İlk gençlik yıllarımda Psikanalizin gizemli dehlizlerinde ben de çok defalar dolaşıp Freud, Carl Gustav Jung, Alfred Adler, Wilhelm Reich gibi insan ve toplum psikolojisine ışık tutmuş bilim adamlarıyla tanıştım pek çok akranım gibi ama şu sıralar, “suçluların profillerini” tanımlayarak onları yakalayan FBI ajanlarının yaşamını anlatan Criminal Minds isimli diziyi izliyorum. Dün yapılan Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın Meclis toplantısının en sonunda kendisine yöneltilen soruları yanıtlayan İbrahim Burkay’ı dinlerken de meseleye nedense bu gözle bakıyorum! Bundan sonra kendisini izleyenler özellikle dikkat etsinler, konuşmasının içinde sık sık “inanın bana” (!) sözcüğünü kullanıp durdu İbrahim Burkay! Anlattıklarına dayanak olarak sürekli bu ifadeyi kullanması Burkay’ın kendi sözlerine inanılmadığı, kendisinin inandırıcı bulunmadığı yönünde çok ciddi kaygılar taşıdığına işaret ediyor ki, en hafif tanımıyla septik bir durum bu! Koskoca BTSO Başkanı niye sürekli Türk filmlerindeki gibi bir eda ve tonlamayla  “inanın bana, inanın bana” diye tekrar edip durur ki? Belli ki İbrahim Burkay’a artık pek kimse inanıp güvenmiyor. Eğer inansalardı kendisinin göreve gelmesinden bu yana meclis üyelerinden 3’ü devamsızlıktan, tam 12’si de istifa etmek suretiyle çekip gitmezdi. Nitekim dünkü toplantının açılabilmesi için gerekli salt çoğunluk bile yoktu salonda. Ya gelenler imzalarını attıktan sonra bırakıp gitmişler ya da arkadaşları onlar adına birer paraf atıvermişlerdi işte adet yerini bulsun diye! İbrahim Burkay’a daha önce demiştik ki: “BTSO’nun daha önce üçüncü kişi ya da kuruluşlarla ilgili hukuki problemlerini çözen bir avukatı vardı. Bu avukata her ay sabit olmak üzere belli miktar bir para verilir, birlikte imzalanan bir sözleşmeyle de açılan davalardan başkaca bir para talep etmesinin önüne geçilirdi. İsim vermiyorum, BTSO’nun sizden önce görev yapan avukatına ayda sadece 5 bin 400 lira ödenirken, siz göreve geldikten sonra anlaşılan yine isim vermiyorum, iki ayrı hukuk bürosundan birine ayda 20 bin, diğerine de 10 bin lira ödendiği konusu doğru mudur? Eğer doğruysa bunun anlamı “Oda’nın kaynakları birilerine peşkeş çekiliyor” şeklinde değerlendirilebilir mi? Bu durum yasalar karşısında en hafif haliyle “verilen görevi kötüye kullanma” olarak değerlendirilip, ceza alınmasını gerektirmez mi? Bu olay dinimize göre hangi “günah kategorisine” girer ve dindeki ceza-i karşılığı nedir? Günde beş değil, on vakit de namaz kılsa, Kabe’yi yedi değil, 17 kez de tavaf etse insan bu türden günahları affedilebilir mi? Hem sonra eski dönemlere göre dava sayısında hiçbir artış olmadığı halde, üstelik de geçmişte bu işler için BTSO yazıyla “bir”, rakamla da yine sadece  “1” avukatla çalışırken, niye 2 hukuk bürosuyla birden yeni anlaşma yapılmıştır? Niye haksız biçimde BTSO kasasından zenginleştiriliyor bu insanlar? Ayda sadece 5 bin 400 yerine, hangi vicdanla tam 30 bin lira ödeyebiliyorsunuz? Babanızın çiftliği mi orası? Ha! “babanız” dedim de… Muhterem “Kayın babanızı” da oraya danışman olarak aldığınız konusu doğru mu İbrahim bey? Kayınpederiniz Ramazan Karekök’ü, BTSO’ya danışman olarak aldığınız, ona da astronomik rakamlar ödettiğiniz doğru mu? Eğer doğruysa yengeniz Necmiye Tanjant ve teyzeniz Hilmiye Kotanjant’ı da işe almayı düşünüyor musunuz? (Bu son cümleyi ben uydurdum!..) Ne diyor millet size, arkanızdan nasıl konuşuluyor biliyor musunuz? Helal mi şimdi bu alınan ve de verdirilen paralar İbrahim bey? Mallı mülklü, yerli yurtlu adamsınız; hiç yakışıyor mu koca bir sanayiciye kayın babasını BTSO’da işe sokarak oradan para ödetmek? Tenezzül edilecek bir şey mi? Eğer lazımsa insan her ay cebinden çıkarıp verir yani, yalan mı?” Ne yanıt mı verdi İbrahim Burkay? Hiç ama hiçbir şey! Dün yine orada öğreniyoruz ki, Karekök babası BTSO’dan paraları indiriken bir yandan da Uludağ İhracatçı Birlikleri’nin organizasyonlarını yürütüyor, oraya da faturalar keserek dünyalıklarını büyütüyormuş. Yurt içi ve yurt dışında düzenlenen fuarlarda yönetim kurulu üyelerine ya da Burkay’ın adamlarına en iyi yerler verilirken, aynı iş kolunda çalışan başka sanayiciler en kuytu köşelere yerleştiriliyorlarmış. İyonya'nın sonuncu ve en büyük filozofu olan Efesli Herakleitos'u ve öğretilerini çok beğenirim. Herakleitos'un sözlerini anlamak için biraz çaba sarf etmek gerekir çünkü, ona göre hakikat gizlenmeyi sever! Batı tarihinde dinamik bir felsefi sistem ortaya koyan ilk kişi olan Herakleitos o dönemde zenginleşmiş yeni sınıfa karşı duyduğu nefreti şöyle ifade eder: "Hiç eksik olmasın zenginliğiniz Ephesos'lular. Olmasın ki alçaklığınız belli olsun!" Hiç kimseden korkusu, hiçbir şeyden çekindiği yoktur bu büyük filozofun. Daha önceki Yunan bilginlerini, filozoflarını ve şairlerini de şöyle küçümser: "Homeros'u yarışmalardan kovmalı ve sopalamalı, aynı şekilde Arkhilokhos'u da!" "Çok bilgi insanı akıllı yapmaz; öyle olsa Hesiodos'u, Pythagoras'ı, Ksenophanes'i ve Hekataios'u akıllı yapardı!" Ve işte size son olarak, en çok sevdiğim sözlerinden birisi: “İnsanın karakteri, yazgısıdır!..” Bilmem anlatabiliyor muyum?

Diğer Haberler