Bursa’dan arabaya binip de Bodrum’a doğru gitmek için Sabiha Gökçen Havaalanı’na yöneldiğimizde az sonra başlayacak olaylar silsilesini nasıl tahmin edebilirdik ki?
Kadim dostum Hüseyin Akdemir’le sözleşmiştik, onun Ege’de bulunan yelkenli Katamaran teknesini alıp Bursa’ya, Kurşunlu barınağına getirecek, yolculuk boyunca da bol bol tavla oynayıp, birbirimizle gönlümüzce didişecektik.
Daha önce Ege’nin koylarını çok defalar gezdim ancak Adalar Denizi’nin bir ucundan başlayıp, Çanakkale Boğazı’nı da geçtikten sonra boydan boya Marmara’yı da aşacak bir deniz seyahatim hiç olmamıştı.
Yelkenleri açıp, püfür püfür eserek insana huzur veren iyotlu bir rüzgar eşliğinde, içinde koyulaşmış sohbetler barındıran uzun bir yolculuktu düşlediğim.
Çok sevdiği uzun okumaları sonucu bir filozof kadar derinleşmişti Hüseyin yıllar yılı, onunla her konudan konuşabiliyor, dünyada hayatın oluşumundan başlayıp, ardından sözü tarihe getirerek, uzayın derinliklerine dek uzanabiliyordunuz.
Tüm bu olumlu duygular içinde güle oynayarak Pegasus Havayolları’na ait Boeing 737 tipi uçağa sağ yanıma bizi tekneyle Bursa’ya getirecek olan Mustafa Duman Kaptan, hemen arkamdaki koltuğa da Hüseyin oturunca, önümde yerini almış kıpkırmızı suratlı orta yaşlı bir adam cebinden çıkardığı sigara paketinden bir tanesini çekip, dudaklarına götürerek yakıverdi!
Ve başladı duman duman, püfür püfür içmeye.
Hostesler hemen erkek kabin görevlisine haber verdiler.
Gençten bir çocuk koşarak geldi ve adamın elinden yanan sigarasıyla paketini çekip aldı.
Dut gibi sarhoştu herif.
Hatta ne dutu, dut pestili!
Başladı yüksek sesle söylenmeye:
“Ulan sizin hepinizin ananızı, bacınızı sinkaf edeyim!.. Zaten beni önceki uçağa da almadınız! Türk Hava Yolları 400 liraya adam taşıyor, siz bu yolculuktan 170 lira bilet parası alıyorsunuz da beni ezik mi sandınız ulan!..”
Bu kez genç bir hostes koşup geldi:
“Beyefendi, belli ki çok fazla alkol almışsınız. Lütfen bağırmayın, uçaktaki yolcular tedirgin ve rahatsız oluyor. Böyle devam ederseniz sizi yine indirmek zorunda kalacağız…”
-Senin adın ne?
“Fatma efendim.”
-Hee! Fatma göbek atma!
Ben de bir yandan adamı sakinleştirmeye çalışıyorum; arkadan kulağına eğilerek, “Ya birader” diyorum, “bi sus! Bak böyle devam edersen şimdi seni yine uçaktan indirirler. Beş dakika daha bekle, hele bir havalanalım, ondan sonra konuşursun! Yukarıdan atamazlar insanı!..”
“Hee, doğru söylüyon bilader” dedi ve cebinden içeriye gizlice soktuğu votka takviyeli kutu birayı çıkarıp, kapağını da “pıss” diye açarak başladı ufaktan ufağa yine çekmeye!
Uçak havalanıp, bira da bitince yine başladı bizimkisi:
“Host, host, benim sigaramı getir layn!..”
Ben adamı sakinleştirmeye çalışıyorum, “karışma” diye Hüseyin beni arkadan, Mustafa Kaptan yandan dürtüyor!
Adam hala bağırıyor:
“Host, host!..”
Sinirleri iyice gerilen daha arkadaki bir kadın bağırmaya başladı adama Çigan söylemeye çok müsait o sesiyle:
“Yeter artık be! Kapat çeneni adam!..”
Herif inatçı:
“Sen kapat çeneni! Ben senin gibi kırk tane O.pu, Fatma gibi kırk tane hostes ….. !..”
Allahhh!
Tam önündeki iki delikanlı döndüler adama:
“Kes ulan sesini edepsiz herif!..”
Bizim uçağın sarhoşu elinden sigarasını alan kabin görevlisine fena gıcık; arada bir hala bağırıyor:
“Host, host, getir ulan sigaramı!..”
Aynı anda daha ön koltuktan genç irisi iki adam ayağa kalktı ve adamı darmadağın etmek için bizim tarafa doğru yöneldiler.
Bu arada uçak 7 bin metrede 700 kilometre hızla uçuyor!
Neyse ki arka taraftaki herkesin el kol işareti yaparak “Sakın gelmeyin” diye seslendiği çocuklar bir an duraksadıktan sonra dönüp yerlerine oturdular.
Adamın çenesinin duracağı yok!
Ben hala onu “Birader bak az kaldı, şimdi susmazsan seni aşağı atacaklar” diye sakinleştirmeye çalışıyorum!
Sarhoş soruyor:
“Nereye atarlar, nereye düşerim ben?..”
-Bak, sanırım şu anda Marmaris civarındayız Netsel Marina’ya düşersin buradan!..
Adam bu sefer de başlamasın mı “Atın ulan beni erkekseniz uçaktan atın” diye bağırmaya!
Fıkradaki gibi herif karga olsa uçacak ancak, kanatları yok!
Sol yanım çürüdü Hüseyin’in dürtmelerinden!
Ve asıl felaket şimdi başlıyor!
Hostes Fatma arabasıyla içecek servisi yapa yapa bizim tarafa doğru geliyor…
Tam adamın oturduğu koltuğa geldiğinde “Ne içersiniz beyefendi” demesin mi?
“Bana ordan iki kutu bira ver Fatma” dedi bizim sarhoş!..
-Efendim, yeterince alkol almışsınız, size bira veremem.
Allahhh!
Başladı gene bağırmaya:
“Hem zaten bizi kazıklıyorsunuz, öbür uçağa da almadınız beni, sigaramı da aldı elimden host!.. Versene lan host host!”
Nasıl anlatayım, uçaktaki tüm yolcular diken üstünde?
Az sonra hemen yanımızda arbede çıkacak, millet birbirine girecek!
Sarsıntıdan dolayı uçağı yere çakacak kadar güçlü bir kargaşa olacak bu!
Adam bağırmayı sürdürüyor:
“Ben 15 sene Deniz Kuvvetleri’nde hizmet ettim. Bana bira vermeyecek kadının ben ta ……!”
Belli ki Deniz Kuvvetleri’nden de atmışlar bunu!
Bu sefer kalktı, bir hışımla tuvalete doğru yöneldi herif…
Daha sonra yapacağımız istişarede ortak kanaatimiz, intikam için oradaki peçeteleri tutuşturmaya gittiği yönündeydi!
Host, az önce bunun ağzını burnunu dağıtmak için kalkan iki erkek yolcudan da yardım isteyerek, elinde plastik bir kelepçeyle tuvaletin tam kapısında adamın ellerini arkadan bir güzel bağladı.
Piste indikten sonra iki polis gelerek sarhoşumuzu aldılar ve arka kapıdan indirerek hava alanının emniyet birimine doğru götürdüler.
O’nun ardından bizim Hüseyin fırladı ayağa kendini bir an önce dışarı atabilmek için.
Ve kendi hizasında oturan Çigan sesli abla “Otur yerine, önce ben çıkacağım” demesin mi Hüseyin’e!
-Ben niye oturacak mışım, sen otur?
Vay efendim, “Sen bana nasıl ‘sen’ dermişsin”!..
Kadın sanki Hollanda Kraliçesi Beatrix’in kuzeni!
Kadın ciyan ciyan bağırıyor.
Bu sefer de başlamadılar mı bizim Hüseyin’le, Çigan abla tam da kapının önünde tartışmaya!
Aman Allah’ım, bu kabus bitecek gibi değil!
İte kaka birbirimizi zor attık uçaktan.
Az ileride polislerin arasında yürüyen sarhoş bağırmayı hala sürdürüyordu:
“Host, host, getirsene lan sigaramı host!..”
Önce biraz alışverişten sonra tekneye yerleşmek iyi geldi.
Geldi de…
Asıl büyük felaket henüz yaşanmamıştı.
Kuzeye doğru Ege’nin zümrüt gibi koylarını dolaşa dolaşa yol almaya başladık.
Ertesi gün kahvaltının ardından ilk ve son kez açtık tavlanın kapağını.
Toplam 7 oyun yapıyorduk.
Eli her alan bir şarkı istiyor ve gümbür gümbür çalışan ses düzeninden yayılan melodiler eşliğinde rakibine kinayeli mesajlar yolluyordu.
İlk iki el mars yaptı Hüseyin ve 4 puan birden topladı.
Sonra bir mars da benden geldi, skor 4-2’ye ulaştı.
Ardından 2 oyun ben çaktım:
“4-4”
Bir oyun Hüseyin’den geldi:
“5-4”
Sonra, bir oyun daha yedim:
“6-4”
Hayat gibidir tavla, oyun bitmeden hiçbir şey bitmez!
Ve istediğim sonuç: Mars!
Durum, “6-6”!..
Ve son şarkımı çalmasını istedim Akdemir’den:
“Tombalacık Halimem!..”
“Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi?
Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?”
Son elde avantaj yine bende aslında…
Bir çift, bir çift, bir daha çift, aldı Hüseyin oyunu!
Kemalpaşa Çiftetellisi eşliğinde biraz daha neşelendik ve işte meğerse hepsi o kadarmış!
Az sonra tatsız bir telefon aldı Hüseyin.
Keyfimizden zerre eser kalmadı.
Sonra…
“Abi ben gideyim” dedi, “siz Mustafa Kaptan’la yavaş yavaş gelirsiniz!..”
-Peki.
Bursa’dan yola çıkan yardımcısı Serkan, Tayyip Erdoğan’ın otobanından gelerek 2 saat 10 dakika sonra Dikili’ye ulaştı.
Hüseyin’i o akşam yolcu ettik.
Ve ertesi sabah Hüseyin’in içinde derin bir acı barındıran hüzünlü sesinden işittim kötü haberi:
“Validemizi kaybettik!..”
Sözün bittiği yer!
Durumu öğrenen Mustafa Kaptan, “Mollaarap Mahallesi’nde rahmetlinin ekmeğini yemeyen hiç kimse yoktur” dedi.
Tam 92 yıla sığan koca bir ömürde insanlara, memlekete faydalı hayırlı evlatlar yetiştiren Meliha anne yerinde dinlensin artık, Allah’ın rahmeti üzerine olsun.”
Kaptanla saatlerce kalkamadık yerimizden, tekneyi uzun süre otomatik pilot götürdü.
Oysa O henüz Bursa’ya gitmeden önce yaptığımız sohbetler sırasında şu yorumu yapmıştı Hüseyin:
“Doğum da bir nevi ölüm! İnsanın her ihtiyacının görüldüğü anne karnından alınıp, göbek kordonunun kesilmesi onun bir önceki hayatından ayrılıp, yeni bir yaşama başlaması değil mi?”
Aklıma, gençliğimde üzerinde çokça düşündüğüm Bakara Suresi 28’nci ayeti geliyor bu sözler üzerine:
“Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp O’na götürüleceksiniz.”
“Yoktan var ettik” denmiyor; “ölü idiniz, sizleri dirilttik” deniyor.
Eğer “ölü” isek, ölmeden önce yine yaşıyor olmayacak mıydık?
Kaç ölüm var, kaç diriliş bu sözlerde ve nereden başlayıp, nerede bitiyor yaşam?
Ölüm bazen bir insan için kurtuluş, yeterince çilesi çekilmiş bu hayata büyük bir sükûnetle veda anlamına geliyor.
Güle güle Meliha anne güle güle, yolun açık olsun.
Günler günleri kovalıyor.
Kaptanla geze geze bazen motorlarla, bazen de yelkenlerle yol alıyoruz.
Yunus balıkları eşlik ediyor bize.
Uyarıldığında etrafa ışık saçan ve denizin ateş böceği olarak kabul edilen yakamozlar süslüyor akşamlarımızı.
Daha büyük olanlardan suyun içinden çıkıp uçarak kaçan kanatlı balıkların heyecanıyla biz de sarsılıyoruz.
Denizin kokusu olağanüstü güzel.
Aklıma Orhan Veli’nin o çok sevdiğim dizeleri geliyor:
“Denizden yeni mi çıkmıştı, neydi;
Saçları, dudakları
Deniz koktu sabaha kadar;
Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi.
Yoksuldu, biliyorum
-Ama boyna da yoksulluk sözü edilmez ya-
Kulağımın dibinde, yavaş yavaş,
Aşk türküleri söyledi.
Neler görmüş, neler öğrenmişti kim bilir.
Denizle boğaz boğaza geçen hayatında!
Ağ yamamak, ağ atmak, ağ toplamak,
Olta yapmak, yem çıkarmak, kayık temizlemek…
Dikenli balıkları hatırlatmak için
Elleri ellerime değdi.
O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm;
Gün ne güzel doğarmış meğer açık denizde!
Onun saçları öğretti bana dalgayı;
Çalkalandım durdum rüyalar içinde.”
Adalar Denizi’ni geçtik, Çanakkale Boğazı’na giriyoruz artık.
Hemen solumuzdaki “Şehitler Abidesine” selam çakıp, büyük dedelerimizin toprağa karışmış hatıralarına dalarak, dualar ediyoruz.
Gece konaklamak için demir attığımız Çanakkale önünde mail kutuma Mudanya Mütarekesi’nin anılması için bir program düzenleyen Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz’ın fotoğrafları düşüyor.
İlçesinde gösteri yapan Solo Türk’ün pilotuna yanındaki eşi Gülbahar Hanım’la birlikte el sallıyor Türkyılmaz.
Ne büyük tesadüf, Solo Türk’ü bundan yıllar önce aynı yerde bir 18 Mart günü Çanakkale’de izlemiştim ilk kez.
O vakit genç bir yüzbaşı olan Hakan komutan kullanmıştı uçağı.
Aynı kareye bakıp da pilota gururla el sallayan Hayri Türkyılmaz’ı görünce O’na karşı içimde sıcak duygular gelişiyor.
Biz yazarlar bazen ağır eleştiri yaparken bıçak sırtlarında gezinebiliyoruz.
Geçmişte içinde ironi, espri ve biraz da eleştiri barındıran yazılarımla hayli hırpalamıştım Türkyılmaz’ı.
Örneğin, ilçesinin sahilinde restoran işleten insanlara hayli yüksek zamlar yaptığı vakit O’nu tenkit etmiş, esnafın çok güç durumda kalacağını savunmuştum.
Zaman O’nu haklı çıkardı.
Kimileri bu fiyat artışlarını kabul ederek, işlerine devam ettiler.
Sonradan gördüm ki, sadece bir masadan bir akşamda aldıkları para kadarını, bir aylık kira bedeli olarak ödüyorlarmış aslında belediyeye!
Ee bu durumda haliyle kamu menfaatlerini, diğer Mudanyalıların haklarını korumak için hareket ediyormuş Hayri Türkyılmaz meğerse; üstelik de yörenin egemenlerine rağmen.
Nitekim, kaçak eklentileri kaldırılıp ihaleye çıkarılan dükkanları şimdi işletenler daha önce ödenenlerin çok üstünde paralar yatırıyorlar artık veznelere ve şıkır şıkır da para kazanıp duruyorlar.
İşte tam da bu noktada Türkyılmaz’ın hakkını teslim etmek lazım, zaman O’nu doğru çıkardı.
Ve başka bir şey daha var:
Eğer başarısız ve insanları mutlu etmeyen bir yönetim sergileseydi Hayri Türkyılmaz, Mudanya halkı O’nu ikinci kez aynı göreve seçmezdi!
Bu durumda herkese saygı duymak düşer.
Hiç ama hiç kimseye karşı bir husumetim ya da düşmanlığım yok.
Beni yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler ki, samimiyetle inanmadığım hiç bir şeyi bedeli ne olursa olsun ne savunurum, ne de insanlara karşı vicdansızlık yapıp onları yererim.
Yazı yaşamımda örnekleri vardır, geçmişte istemeden de olsa üzdüğüm insanların haklarını da zamanı geldiğinde fazlasıyla vermişimdir.
Sonra, Marmara Denizi’ni de geçip, Kurşunlu Limanı’na yerleştikten sonra arabayla Bursa’ya doğru ilerlerken Altıntaş’tan, Göynüklü’ye doğru yöneldik.
O yolun ortalarında sağda boş bir alan ve üzerinde de hayvan severlerin inşa edip bıraktıkları köpek kulübeleri var.
Çevrede onlarca hayvan yaşıyor ve gelip geçen insanlar oraya poşet veya ellerindeki kaplarla su ve çeşitli yiyecekler bırakıyor.
Dolayısıyla kısa zaman içinde bir çevre kirliliği oluşuyor.
Ne hoşuma gitti biliyor musunuz dönüşte yine?
Mudanya Belediyesi tam da o noktaya bir konteyner yerleştirmiş ve belli ki çöp toplayan araçlar belli zamanlarda uğrayıp, orayı da temizliyorlar.
Uzun zamandır, adına “Yelken Evleri” denilen yere ulaşan güzergahta yolun sağına soluna atılmış çok miktarda çöp ve şişeden dolayı şikayet telefonları geliyor yazarınıza.
Mesela Hayri Başkan 10 kişinin eline battal boy çöp torbaları verip, bir günde temizletebilir orayı da…
Ve belki de çevreye konacak bir-iki konteyner sorunu kökten çözebilir.
Merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ünlü bir lafı vardır…
“Barışmasını bilmeyen, bunu beceremeyen hiç kimse kavga etmesin” .
Barışmayı da bilirim, kıyasıya kavgayı da çok şükür, evvel Allah!