Yaşım çok gençti, işimi ve yuvamı kurmuş, ucundan köşesinden hayata başlamıştım artık.
İlk gençlikte kapıldığım “sosyalizm” akımları dere boyu kavaklar akıp gitmiş, diyalektik felsefenin “aynı suda yeniden yıkanılamayacağı” gerçeğiyle birlikte serde solculuk kalmış ancak, solun neresinde durulması gerektiğinin yanıtını bulmak düşmüştü geriye?
Siyaset yapmak, bu topluma faydalı olmak istiyordum.
İlk seçenek SHP’ydi o sıralar.
Eski CHP’nin göbekçi tayfası ve hala Marksizmin cenderesinden, Stalin’in vahşi kıyıcılığından kurtulamamış, Troçki’yle, Frida’nın aşkında mahkum kalmış çizik plak solcular orada toplanmış, İsmet İnönü’nün uzun oğlandan medet umarak kendilerine makam mevki kapmak istiyorlardı o cephede.
Ve arada bir de onca ısrar ve yakarışa rağmen kendi yanlarına gelmeyen Bülent Ecevit’e çemkirerek, “solu bölmekle suçluyorlardı” O’nu.
O sıralar SHP’nin Keles İlçe Başkanlığını yürüten İsmail dedem (Ekmekçi) kızardı Ecevit’e ve susardım saygımdan ötürü.
Adam ısrarla “ben siyasi anlayışımın köklerini sizler gibi Marksizmden değil, Anadolu kültürünün mazisine dayanan adalet, hakça paylaşım, hümanizm gibi değerlerden alıyorum, ben sosyal demokrat değil, demokratik solcuyum” diyor fakat, derdini bir türlü anlatamıyordu bunlara.
Önce İpekçilik Caddesi’ndeki Bursa İl Halk Kütüphanesi’nin yolunu tuttum.
Yaklaşık 15 gün boyunca sabahtan akşama kadar 1980 öncesinde yayımlanmış Hürriyet, Milliyet gibi yaygın gazetelerin aylık ciltlerini indirttim arşivlerden.
Ve başladım sayfa sayfa tarayıp, Ecevit’in verdiği her beyanatının fotokopisini çektirmeye.
Açıklamalarını okudukça gözlerim fal taşı gibi açılıyordu!
1980 öncesinde gerek CHP genel başkanlığı, gerekse başbakanlığı dönemlerinde adam konuşmalarının hiçbir yerinde “sosyal demokrasiden” söz etmiyordu, her yerde “demokratik sol” kavramını kullanıyordu.
Hoş, hiçbir zaman ne “demokratik” ne de “sol” olabildi Ecevitler daha sonra ama o yıllar için hayli tutarlı ve sıcak bir söylemdi bu benim için.
Öyle ki, daha sonra yeniden kurulan CHP’nin başına geçen Deniz Baykal bile “Anadolu solu” kavramını kullanıp, Bülent Bey’le aynı çizgiye gelecekti.
DSP’de beni çeken iki şeyden biri neydi biliyor musun sevgili okur?
Şiirleri pek bir şeye benzemese bile rahmetlinin ağzı gerçekten çok güzel laf yapardı.
Halka vaat ettiği söylemlerinden birisi de “Hayırlı evlat gibi hayırlı devlet” sloganıydı.
Ne kadar güzel değil mi?
“Hayırlı evlat gibi hayırlı devlet…”
Vatandaşını kandırmayan, ona tuzak kurmayan, oto yollara polis arabası formunda metaller yerleştirip onu karga ya da salak hükmünde görmeyen, ceza yazmak için radarları saklamayan, hakça, adaletli davranan, 50 bin liralık arabadan 150 bin lira vergi almayan, 50 liralık rakıyı 250 liraya sattırmayan, IBAN vermek yerine, emeklilikte yaşa takılanlara haklarını teslim eden, hala deprem vergisi istemeyen, gerçek enflasyonu hesap edip, maaşlara aynı oranda zam yapan, az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi talep eden, yaşlıların, düşkünlerin her daim yanında olan, koruyan, kollayan, hayırlı evlat gibi hayırlı devlet…
Kurban olurum ben böyle bir devlete!
Beni o yıllarda DSP’ye çeken bir diğer söylem de neydi biliyor musunuz?
“Eğer iktidar olursak Engelliler Bakanlığı kuracağız” diyordu DSP.
Bu muhteşem bir vaatti!
Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede nasıl hala Denizcilik Bakanlığı yoksa, halkının yüzde 13 kadarının engelli olduğu bir memlekette Engelliler Bakanlığı’nın bulunmayışı ne kadar acayipse, bu durumu ilk kez dile getiren bir partinin ortaya çıkması muhteşem bir olaydı!
Bak sevgili okur, üstelik bunların yüzde 3 kadarı şizofrendir biliyor musun?
Yani olmayan bir şeyi olmuş gibi görüp, yatakta uyuyan eşini demlik sanarak, mutfakta kaynattığı sıcak suyu sabaha karşı üzerine dökecek kadar rahatsızdır bunlar!
Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki haberlerin kahramanları bunlardır genellikle!
Eşinin kendisini aldattığını düşünüp karısını, kayın validesini, o sıra oraya aşure getirmiş komşuyu pompalı tüfekle katledenler bunlardır işte.
Kendilerini şeyh, şıh, hatta peygamber sanırlar; başarılı olup, halkı da inandırabilirlerse eğer, anasını, bacısını, karısını, kızını yedi sülalesini badeleyip, ırzına geçerler.
Yüzde 3 ne demek biliyor musun sevgili okur?
Yolda yürürken yanından geçen her yüz kişiden 3’ünün kendini Yahya Peygamber olarak görmesi, potansiyel bir katil olması demek!
Geriye kalanlarsa zihinsel, ortopedik engelli, kör, sağır ya da organlarında ağır hasar bulunanlardır.
Önceki gün LifeBursa’da konuk ettiğimiz, ziyaretiyle bizleri onurlandıran Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, Sanko Holding Onursal Başkanı Abdülkadir Konukoğlu’yla Kosova taraflarına yaptıkları bir ziyareti anlatıyor bizlere.
Kiminin kolu yok, kiminin bacağı, kimi 80 yaşında, ailesindeki herkesi Sırp katliamı sırasında kaybetmiş…
Hayırseverliğiyle tanınan Konukoğlu hepsine karınca kararınca yardım eli uzatıyor ve bir an geliyor artık gözyaşlarını tutamıyor!
Ve Alinur Aktaş’ın iki yakasından birden tutarak, “Eğer” diyor, “bu durumdaki muhtaç ve çaresiz insanları bilip de bana nerede olduklarını söylemezsen, her iki cihanda da iki elim yakandadır, bilesin bunu”!..
Ben Alinur Aktaş’ı İnegöl Belediye Başkanlığından beri severim.
O yıllarda “Engelliler Bakanlığı kuracağız” diyen Bülent Ecevit’i nasıl sevdiysem, aynen O’nun gibi severim üstelik!
Neden biliyor musunuz?
Ecevit, Engelliler Bakanlığı’nı kuramadı, bu memlekete Güneş Motel’ler, Hüsamettin Özkan’lar, İsmail Cem’ler, Kemal Derviş’ler gibi kötü izler bıraktı ama Alinur Başkan görev yaptığı İnegöl’de, üstelik de eski bir Osmanlı evini restore ettirerek bir “Engelliler Evi” kurdu; bunu biliyor musunuz?
Engelli aileleri çocuklarını pek dışarı çıkaramazlar.
Kimi utandığı için, kimi zihinsel engelinden dolayı çıkaramaz; onlarla birlikte esirdirler adeta.
Sanmayın engellilik sadece sakatlıktan ibarettir!
İşte Abdulkadir Konukoğlu’nun gözyaşlarını tutamayıp ağladığı sahne, yaşanan katliamda ailesindeki herkesi kaybedip, zihinsel engelli oğlunu eve zincirle bağlamak zorunda kalan yaşlı bir teyzenin dramını gördüğü tablo!
Şimdi, o günden beri İnegöl’de durum ne biliyor musunuz?
Engelli çocuğu olan bir anne örneğin pazara gidecek, konu komşuya, alışverişe gidecek ya da azıcık nefes almak için bir arkadaşıyla çay içmeye gidecek, alıyor evladını, avlusu nefis bir el yapımı mozaik örgülü taşlarla bezenmiş tarihi bir evde görev yapan uzmanlara teslim ediyor.
Anne ya da babanın işine gücüne baktığı saatler boyunca o çocuk orada eğitiliyor, güzel sanatlar ve oyunlarla eğlendiriliyor, yediriliyor, içiriliyor, üstelik de bu durum uzun yıllardan beri aynen böyle sürdürülüp gidiyor.
Şimdiki başkan Alper Taban da 10 numara bir insan, O’nu da anlatırım bir ara.
Ben şimdi Alinur Başkan gibi bir insanı nasıl sevmem?
O’nun ufkunu, vizyonunu nasıl takdir etmem?
Kötü örnek emsal teşkil etmezmiş ama çok sakil, çok ayıp, çok da İslam dışı bir kare olduğu için yeniden paylaşmak isterim.
Ya sen vatandaşa yardımını yapmışsın…
Üstelik de kendi cebinden değil, benim ödediğim vergilerle satın almışsın o erzakları.
Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar…
Almış önüne iki kangal sucuk, biraz zeytin peynir, nohut, bulgur, 250 gram da pastırma, “bunları vatandaşa ben dağıttım” diye poz verip, reklamını yapıyor!
Peki, o yıllarda İnegöl Belediye Başkanı olan Alinur Aktaş ne yapıyor?
İhtiyaç sahibi bir vatandaşın tüm gereksinimlerinin bulunduğu bir market açıyor üstelik de ilçesindeki hayırseverlerin de katkılarını alarak…
Ve yoksul haneleri bir bir tespit ederek ellerine birer kart veriyor.
O kartları cebine koyan hane sahipleri hiç kimseyi görüp konuşmadan o markete giderek tüm ihtiyaçlarını bir lira ödemeden temin edip, evlerine götürüyorlar.
Veren eli alan el görmüyor!
Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar gibi hiç kimse iki kangal sucuğun önünde resim çektirerek bunu suistimal etmiyor!
Nasıl sevmem ben bu Alinur Aktaş’ı?
Bakın, yaklaşık 30 yıldır bu şehirde kalem oynatırım.
Vicdansızlık benim kitabımda yazmaz!
Dünya görüşümüz tamamen ayrı olabilir ancak, Alinur Aktaş adam gibi adam, ufku, vizyonu olan, bu şehre daha çok şey katabilecek, kendini her yönüyle ispat etmiş, başarılı bir kent yöneticisidir.
Hanlar bölgesini açıp, Zafer Plaza’nın eklentisini yıkıyor olması bile O’nu daha şimdiden Ahmet Vefik Paşa, Haşim İşcan, Bursa’ya Kültürpark’ı kazandıran Reşat Oyal, hayvanat bahçesi ve Soğanlı Botanik Parkı’nı bu kente hediye eden Erdem Saker kadar değerli ve unutulmaz kılar.
Siz bakmayın üç-beş tane çakalın sırf menfaat uğruna uluyup, havlayıp durmasına.
Bir “hoşt” dendi mi tümü çekilir kendi inlerine!
Bursaray’da yaklaşık 4 buçuk dakikada bir gelebilen vagonlar yeni yazılım sayesinde 2 buçuk dakikaya düşüp yani, neredeyse yüzde yüze yakın kapasite artışı sağlanacak.
Sadece bu durum bile Bursa’ya bir bu kadar daha raylı sitem kazandırmak demek.
Ben bu adamı nasıl sevmem?
Recep Altepe’nin yüzüne gözüne bulaştırdığı Kent Meydanı, Otogar hattını da çözdü Alinur Aktaş; kısa bir süre sonra orası da girecek devreye.
Ben bu adamı nasıl sevmem?
Arabayla her geçtiğim kavşakta görüyorum ki, masrafsız akıllı dokunuşlarla trafik akışı çok daha fazla rahatlamış durumda.
Ben bu adamı nasıl sevmem?
Bir de hiç görmediğiniz 14 ilçede birden yapılan altyapı çalışmaları var.
Bursalılar bu adamı nasıl sevmezler?
Kentin her her yanı çiçek gibi; çevre ve peyzaj düzenlemeleriyle bir bahçe içinde sanki ulu şehrin pek çok yanı.
Usul ve üslup…
O kadar önemli ki…
Beyefendi, kibar, güngörmüş ve hizmet sevdalısı bir insan var karşımızda.
Bunu geçen gün de görüp, samimiyetini yine hissettik.
Bu adam nasıl sevilmez ki?