1973 yılının ikinci öğrenim döneminde “eğitimi bölünmesin, ilkokul 3’ncü sınıfı bitirip de yanımıza öyle gelsin” diyerek Keles’te beni rahmetli anneannemin yanına bırakıp önden öyle göçmüşlerdi bizimkiler Bursa şehir merkezine.
İlçede ne var ne yoksa satılıp savılmış, üzerine bir miktar da borçlanılarak Irgandı köprüsünün alt tarafında, Gökdere’nin hemen kıyısındaki o eski, ahşap Rum evi satın alınmıştı büyük umutlarla.
Validem “çocuklarımız okuyup, istikballerini büyük şehirde kursunlar” diye babamı ikna edince verilmişti karar.
Başlangıçta camı, çerçevesi, ahşap kısımları yağlı boyayla süslenmiş evin foyası daha ilk lodosta çıkmıştı ortaya.
Yerdeki yaygılar uçan halı gibi havaya kalkıyor, gıcırdayan tavan tahtalarının arasından fare ve kuş pislikleri dökülüyordu ortaya!
Para yok pul yok, elde yok avuçta yok o yıllar, kesinlikle “hayır” diyeceğini çok iyi bildiğinden daha ertesi yıl Fomara’dan getirdiği yıkımcılara bir günde tamamen göçürttü evi annem!
Akşam işten döndüğünde çatıdaki alaturka kiremitlerin bir köşeye yığıldığını, eski evin yerinde yellerin estiğini gören babam içinse artık yapılacak fazla bir şey yoktu çünkü, iki sokak aşağıda kiralanan başka bir haneye eşyalar da çoktan yerleştirilmişti bile!
Sadece 10 yaşındaydım, ilkokul 4’ncü sınıfa Namık Kemal İlk Okulu’nda devam edecektim.
Sene 1974’tü.
Ecevit Başbakan, yardımcısı da Necmettin Erbakan’dı.
Kıbrıs Harekatı’nın başladığını öğrenince “ne olur ne olmaz” diyen babamla birlikte gidip, Cumhuriyet Caddesi’ndeki “Tahıl Han’dan” bir çuval un alıp getirmiştik eve.
Selçuk Hatun Sokak’ta yapılan o 5 katlı apartman çok büyük güçlük ve yokluklar içerisinde anca 3-4 senede tamamlanabildi.
Kalıplar için kullanılan çiviler bir kez daha işe yarasın diye hep birlikte onları tekrar düzeltirken keseri arada bir kazayla küçücük parmaklarımıza da vurur, dakikalarca ağlardık acıdan.
Para yoktu, olmadığı gibi piyasada demir ve çimento da yoktu.
Bir paket Sana yağı, bir küçük tüp için saatlerce kuyruk beklediğimiz zamanlardı.
Babam çalışıp eve para getirdikçe yükseldi duvarlar.
Tamamlanan ilk katın içine hemen atmıştık kendimizi.
Hani “binanın tamamlanması hayli uzun bir zaman sürdü” demiştim ya?
Sokak dar, kum geliyor, tuğla geliyor ve yolun yarısı kapanıyor.
Sabah akşam her geçişlerinde bunu fırsat biliyor zabıta çavuşları.
Her gün ceza yazıyorlar!
Zaten kıt kanaat yürüyor her şey; bir gece vakti babamın henüz gelmediği bir sırada tuttu kolumdan annem “hadi kalk bir yere gideceğiz” dedi.
Yıl 1977’ydi artık.
Bizim geleneklere göre o vakit kadınlar yalnız başlarına dışarı çıkmazlardı, çocuk da olsa yanlarına mutlaka bir erkek alırlardı!
Evimizin karşısındaki “Siğil Dede’den” yukarıya doğru silik sokak lambalarının rehberliğinde yavaş yavaş tırmandık.
Vardığımız apartman katında hanım mı hanım, zarif mi zarif, asil bir aileden geldiği her halinden belli olan güzel ve genç bir kadın karşılamıştı bizi.
Çok şık, etekleri dizlerinin üzerinde koyu lacivert bir elbise vardı üzerinde.
Saçı yapılıydı, başının arkasında toplanmıştı.
Sanki Türk filmlerinden fırlamıştı.
Biraz sonra Hulusi Kentmen kapıyı çalacak gibiydi ortam!
Misafir salonunda duvarı boydan boya kaplamış uzun bir büfe, onun önünde yine uzun, dikdörtgen bir yemek masası ve etrafında sandalyeler, büfenin içindeyse açık olan siyah beyaz bir televizyon vardı.
Önce oturttu, ağırladı, çay ikram etti evin hanımı bize.
Dönemin belediye başkanının eşi “İhsan hanımdı” bu kişi.
Zabıtalardan iyice bunalan validem nerede oturduklarını öğrenmiş, çözümü İhsan hanımdan yardım istemekte görmüştü!
Önce yaşadığımız zorlukları anlattı.
Uzun uzun dinledikten sonra “siz müsterih olun kardeşim” dedi evin hanımı, “ben eşimle gereken konuşmayı mutlaka yapacağım”.
Birdenbire “Doktor Kimble” diye bağırdım henüz ergenlik dönemini geçirmemiş çocuk sesimle, “Doktor Kimble”!..
Bu ani çıkışımdan ötürü korktular önce, sonra durumu anlayınca da gülüştüler.
Televizyonda o yılların en önemli dizisi “Kaçak” başlamıştı; herkes gibi ben de çok severdim Doktor Richard Kimble’ı, yakalanmaması için dua ederdim dizi bittikten sonra evde gizli gizli geceleri!
Gerçekten, bir daha da hiç uğramadı bizim haneye zabıtalar!
Geçen yıl yine bir Eylül ayının 26’sında, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin gasilhanesinin önünde bekleşiyoruz.
Görevliler son vazifelerini tamamlayıp, bembeyaz kefenine sararak tabutun içine yerleştiriyorlar artık iyice ufalıp kuş kadar kalmış er kişiyi.
Şu kadere bak, nereden bilebilirdim ki o gün aynen binlercesi gibi geçmişte bizim ailemize de dokunan, o yoklukta yardımı hazineler kıymetinde olan kişinin son duasında benim de bulunacağımı?
Bizim Safa’yı (Gönen) aramıştım tesadüfen, orada kimin olduğunu öğrenince de yolumu değiştirip derhal gasilhaneye gitmiştim.
Bir 25 Eylül akşamında, geçen yıl gözlerini yummuştu Bursa’nın 1980 öncesinde belediye başkanlığı görevini yürüten iyi insan, güzel insan, değerli insan Mustafa Eroğlu.
Sürekli, inceden inceye hep gülümserdi yüzü.
CHP’den seçilen ilk ve tek belediye başkanıydı.
Daha doğrusu, CHP onun sayesinde seçim almıştı Bursa’da!
Sessiz, sakin, efendi bir duruşu vardı Mimar Mustafa Eroğlu’nun.
Alçak gönüllü, son derece mütevazı, efendi yanıyla tanırdı onu herkes.
O da zorluklar içinde büyüyüp okumuştu; Rus Harbi sırasında Balkanlardan göçüp Türkiye’ye yerleşmiş çilekeş göçmen bir ailenin çocuğuydu.
Dönemin İl Başkanı Yılmaz Akkılıç ve Erhan Sevimli’yle yarışmış, belediye başkan adaylığı için yapılan ön seçimi açık ara farkla göğüslemişti.
Tam bir “halk” adamıydı Mustafa amca, belediye meclisinde bulunduğu sıralarda çalışkanlığı ve yardımseverliğiyle herkesin güvenini çoktan kazanmıştı zaten.
Bunu 12 Eylül’e dek sadece 3 yıl devam edebilen belediye başkanlığı döneminde de sürdürdü.
Bugün hâlâ yüzbinlerce insana ucuz ve kaliteli ürünler sunan BESAŞ’ı o kurdu mesela.
Sırf Ecevit’i devirebilmek için yaratılan karaborsayla ve astronomik fiyatlarla mücadele edebilmek için adına “Tanzim Satış Mağazaları” denilen marketler zincirini ilk o kurdu Türkiye’de.
Bu sayede halk şeker, yağ gibi temel ihtiyaç maddelerine çok ucuz fiyatlarla hiç beklemeden sahip olabildi.
Bursalılar gerçek manasıyla altyapıyla yağmur suyu boruları ve kolektörleri sayesinde ilk defa onun zamanında tanıştılar.
O yıllarda 250-300 bin kişilik koca bir köy gibiydi adeta Bursa.
Mezarlıklardan, meydan düzenlemelerine, imar planlarından, Tophane yamaçlarına dek Mimar Eroğlu’nun hizmetleri saymakla bitmez.
Sahi(!) Bursa’nın “cenazecisi” gibidir bizim Safa, pek çok insanın son yolculuğunda bulunmuş, hatta çoğunu da bizzat o kaldırmıştır.
Mezarlık İşleri Müdürü kankisidir!
Bir gün onun da hikayesini anlatırım, Zeki Müren’i bile o gömdü geçmişte, yıkılıp gidiyordu 200 kiloluk tabutu 3 arkadaşıyla birlikte Yunuseli Havaalanı’nda uçaktan alıp ambulansa taşırken de az kalsın yerlere serilecekti rahmetlinin bedeni!
Eşi Yeşim’i zaten çok uzun yıllardan beri tanıyorum da…
Mustafa amcanın 3 oğlundan biri olan ve mali müşavirlik yapan Murat’ı o gün, sevgili babasının tabutunun başında hep birlikte dua ettikten sonra tanımıştım.
O da tatlı mı tatlı, güler yüzlü, şeker şerbet gibi bir insan.
Bu yaz kaleme aldığım yazılardan birinde sizlerle de paylaşmıştım:
Safa, Mustafa Bozbey’in Bursa’ya güzel bir hizmeti olan Orhaneli Yolu’ndaki “karavan kampinge” karavanı çekmiş, hemen karşıdaki Cevizz Restoran’da her akşam çalan “bizim cingenleri” de çağırdıktan sonra mangalı kendi elleriyle çoktan yakmıştı bile.
Aradığında validemle seyahat halindeydik.
“İlle Mürüvvet annemi de buraya getireceksin” diye tutturup, emrivaki yapınca geriye başka çare kalmamıştı.
Gidince bir de baktık ki Yeşim-Murat Eroğlu çifti de orada!
Ve elbette meyveleri Can Ata Eroğlu da.
Herkes yerine oturdu ve anlatmaya başladım o günleri.
“Hatırlar mısın anne” dedim, “bir akşam kolumdan tutup beni bir eve götürmüştün”?
“Hatırlamaz mıyım oğul” diye yanıt verdi validem, “ne kadar da hoş, güzel bir hanımdı belediye başkanının eşi değil mi”?
“İşte” diye devam ettim, “bak, şu yanımda oturan çocuk o İhsan hanımla, dönemin Bursa Belediye Başkanı Mustafa Eroğlu’nun evlatları Murat Eroğlu”!..
Şu kadere bak…
Sağlığında çok defalar karşılaşıp sohbet etmiştik ama…
Sadece babasını son yolculuğuna uğurlamakla kalma…
O gün, o evde dolaşan oğlan çocuğuyla da yıllar sonra tanış ve yine Safa’nın düzenlediği bir akşam oturmasında birlikte rakı iç!
Üstelik orada yine annem de olsun!
Hep birlikte yad ettik Mustafa amcayı, hayır dualarla anıp ona gönderdik.
Hayırlı bir evladın sahip olabileceği en büyük zenginlik atasından miras kalan ismidir.
Murat da çok şanslı böylesi güzel bir babaya sahip olabildiği için.
Babasını, onun yaptığı iyiliklerin izlerini kardeşleri Ozan ve Umut gibi o da taşıyor şimdi gururla.
Gelecekte de minik Ata taşıyacak her gittiği yerde onurla dedesinin ismini.
Mustafa Eroğlu’nun gök kubbede bıraktığı hoş seda binlerce insanın kulaklarında yankılanıyor hâlâ.
Bursalılar seni hiç unutmayacak…
Tam bir sene geçmiş aradan, mekanın Cennet olsun, nur içinde yat güzel insan, Mustafa amcam benim.