Bir kilo ucuz kıyma alabilmek için Setbaşı’ndaki nikah dairesinin bulunduğu iş hanının üst katında yer alan Et Balık Kurumu perakende satış mağazasının önünde saatler öncesindenkuyruğa girdiğimiz yıllardı o yıllar.
Sadece para değildi değerli olan, insanlık dahil her şey pek kıymetliydi o sıralarda.
Üstünde bir kaşık çekilmiş halis ceviz içi bulunan ve yaşamımda ilkin rahmetli Hasip dayımın(İnhal) yedirdiği ve tadı hala damağımdaki yerini muhafaza eden o muhteşem keşkülleri,“bozacının şahidi şıracı” sözünü her işittiğimde aklıma geliveren nefis bozalarıyla ünlü Şaban Sirkeci yine Setbaşı’ndaki yerindeydi; hemen karşı köşesinde bulunan Recep Abi Büfesi o nefissosisli ve dönerli sandviçlerini sunmaya devam ediyordu hala o yıllarda.
Bayramlar Heykel’de kutlanır, kortejde yürürken çekilen resimler Foto Sonay’ın teşhir vitrininden seçilerek satın alınırdı.
Kemalettin Tuğcu romanları okurduk ve dahi elbette Teksas-Tommiks.
Tommiks’in platonik aşkı, albayın kızı çilli Suzi ve turtalarının hayranıydık.
Kelebek gibi uçar, arı gibi sokardık, aynen onun gibi.
Mazallah belki bozarız, bizler ulaşamayalım diye o eski Rum evindeki geniş salonda, hamam dolabının en üstüne koyup kurduğu Schaub Lorenz marka siyah-beyaz televizyonumuzdagörmüştüm ilkin onu.
O gece gün ağarmadan önce ailece uyanmış, babamın ekrana karşı yanlamasına kurduğu yün biryer yatağına ailece doluşup, yorganın altında bir birimize sokularak izlemiştik maçını.
Tüm Müslüman dünyanın gözü ve gönlü ondaydı.
Batının karşısında yüzlerce yıldır devam eden eziklik, başarısızlık ve yenilgi onun zaferleriyle unutulmaya çalışılıyor, o yenildiği vakit hiçbir anlamı kalmıyordu hayatın.
Oysa sadece siyah-beyaz değildi hayat, pek çok gri tonu da vardı ve o yıllarda biz bunu henüz pek bilmiyorduk.
Daha sonra öğrenecektim “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki, onlarla gidip savaşayım” diyerek askerliği reddettiğini ve bunun sonucunda 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para ödemeye mahkum edilerek cezalandırıldığını Muhammet Ali Clay’ın.
O sadece “gelmiş geçmiş zamanların en iyi boksörü” değildi, yürekli bir devrimciydi aynı zamanda; 1960 senesinde Roma Olimpiyatlarından döndükten sonra bir lokantada sadece beyazlara servis açıldığını öğrenince altın madalyasını Ohio Nehri’ne atmıştı ve 1996 yılındaki Atlanta Olimpiyatlarında o madalya yerine bir başkası sunulmuştu şükranla kendisine.
Ve ailece tiyatroya da giderdik biliyor musunuz?
Babam takım elbisesini giyer, kravatını takardı; annemse en güzel elbisesini ütüleyerek hazırlanırdı o gece için.
Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu’nun altındaki Eğitim Araçları Salonu’nda her hafta Cuma günleri bir film oynardı; Heykel’deki Dilek Sineması’ndan daha ucuza izlerdik orada.
Film başlamadan önce dileyen sahneye çıkarak oradaki mikrofondan şiir şarkı okuyup, fıkra anlatabilirdi.
“İrfan” ismini hep çok sevmişimdir, aynı zamanda annemin ve babamın ilkokul öğretmenidir, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Eğitim Araçları Bölümü’nün müdürlüğünü Coşkun abinin (İrfan) nur içinde yatsın rahmetli babası İsmail amca (İrfan) yapardı.
Rıfat Ilgaz’ın kaleme alıp romanlaştırdığı ancak filmlerini hiç izlemediği Hababam Sınıfı’nınçekildiği yıllardı o yıllar, 1970’lerden, 80’lere doğru yavaş yavaş akıp gidiyordu zaman.
Sokaklardan ellerinde yaylarıyla pamuk atıcıları, çıngıraklarını öttüre öttüre yoğurtçular, bozacılar geçer, bağırarak mesleklerini icra etmeye çalışırlardı.
Yaz günleri sırtlarına astıkları ısı izolasyonlu dolaplarıyla sütlü Juti ya da Sütsal markalı dondurma satan çocuklardan alış veriş ederek serinlemeye çalışırdık.
Ne yazık ki şimdiki nesil onun heyecanını hiç hissedemeyecek, “kader-kısmet” çeker, “kader-kısmet” kazıtırdık o yıllarda biz.
Bayramları füze uçurur, kız kaçıran ateşlerdik; istemeden komşu penceresine çarpan futbol topumuz camı kırınca hep birlikte kaçıp köşeye saklanırdık.
Oturduğumuz Selçuk Hatun Sokağı’nda ahbabımız ve komşumuz Kadriye teyzenin kızı süslü Güher vakit akşam üstüne doğru yaklaştığında sürüp sürüştürüp, takıp takıştırarak kapının önüne çıkar ve onu, kırmızı renkli spor arabasının sürücü koltuğunda az sonra oradan yine geçmesi muhtemel olan İlhan İrem’i beklerdi.
İlhan İrem ne kadar farkındaydı Güher’in bilinmez ama o genç besteci ve şarkıcı İlhan İrem o yıllarda belli ki her gece Güher’in rüyalarını süslerdi.
İlhan İrem de Muhammet Ali Clay gibi renkli ve sıra dışı bir insandı.
Sürgün gibi masallarda dolaşıp insanı dolaştıran, sonra da hiçbir şey olmamış gibi “boş ver boş ver arkadaş başka bulursun” diyerek teselliye kalkışan ilginç bir kişiliğe sahipti İlhan İrem.
O, dünyanın hiçbir yerinde havasının eşi benzeri bulunmayan iyotla harmanlanmış yosun kokulu Burgaz-Kurşunlu sahilinin her yaz tenleri güneşle kapkara olan eski Bursalı yazlıkçı ailelerinden birinin çocuğuydu.
Burgaz’daki “Kırk Dairelerin” önü henüz toprakla doldurulup, liman yapılmamıştı o sıralar; denize sıfırdı, şişirilmiş otomobil şambrelini boyunlarından geçirip suya öyle girerlerdi insanlar.
Dış dünyanın kötülüklerinden korumak istedikleri ilk çocuklarının üzerinden yasak ve baskıyı eksik etmeyen anne ve babası şaka gibi 1955 yılının Nisan 1’inde doğan İlhan’a sınırsız özgürlük tanımışlardı ve bu sıra dışı insan da değişik, farklı bir ruh taşıdığını ilk kez ilkokulda o kara önlüğü üzerine giymeyi reddederek göstermişti!
Daha sonra solistliğini yaptığı Meltemler Müzik Grubu, Milliyet’in düzenlediği müzik yarışmasında Marmara birincisi olunca yolu tamamen değişti İlhan İrem’in.
1974 yılında yaptığı “Yazık Oldu Yarınlara” isimli beste Kelebek tarafından“yılın şarkısı” seçilecek, ardından gelecek diğer parçası “Boş Ver Boş Ver Arkadaş” da dillere takılıp kalınca, İrem için yükseliş artık başlayacaktı.
İlhan İrem’in de Clay gibi sorgulayıcı, tepkisel ve devrimci bir yanı vardır.
1976 yılında yayınladığı dördüncü 45’liğinde bulunan ve tanrıyı sorguladığı“Kuklacı Amca” isimli parçası nedeniyle baskılar geldiğini, çalıştığı şirketin oplakları piyasadan topladığını biliyor muydunuz mesela?
Peki, 1979’da çıkardığı senfonik rock tarzındaki uzun çalarında ilk defa kendi yazdığı şarkı sözlerin dışına çıkıp, “Hoş geldin” isimli parçasıyda Nazım Hikmet’in “Hoş geldin Kadınım” isimli şiirini bestelediğini?
Artık 1980’li yıllara gelindiğinde İlhan İrem popüler kültürden gittikçe uzaklaşır ve toplumsal sorunlara daha fazla ilgi duymaya başlar.
İrem yine bu dönemde kendi ifadesiyle “12 Eylül darbesi ve ardından gelen Amerikan-Arap karışımı liberalizmle, sanatsal ve insani değerlerin yok olma sürecine girdiğini” söyleyecek ve sahnelerden çekilecektir.
Son yıllarda ben de aynı duyguları yaşıyorum.
Niteliksiz kalabalıklar yerine “nitelikli yalnızlığım” bana çok daha fazla keyif veriyor.
Hele hele İnternet dünyası en büyük nimetlerden biri insanoğlu için, en uzaktakilerle bile görüntülü sohbet edip konuşabiliyor, en güzel film, dizi ve belgeselleri izleyip, dilediğinizce okuma yapabiliyorsunuz oradan.
İçtenliksiz, soluk, günü yaşayan ve anlamsız kalabalıklar oluşturduklarına karar verdiği insanlardan ve onların talep edip ürettiklerinden, özle değil, daha çok şekillerle ilgilenen popüler kültürden gittikçe uzaklaşıyor İlhan İrem.
1987 yılına kadar sürecek bir inziva için Tarabya'daki evine kapanarak “kendi içine, iç uzaylarına” doğru derin yolculuklar yapmaya girişiyor.
29 Ekim 2008 tarihinde, Cumhuriyet’in 85’nci yılında, daha önce yasaklanan ve Humeyni’nin, Salman Rüştü için verdiği ölüm fermanını hicveden parçasını radyolara dağıtarak düzenle hesaplaşmasını sürdürüyor.
Egzotik çıngırak seslerini, keçi çanı gibi sıra dışı imgeleri ilkin onun parçalarında dinledik.
Sonraki yıllarda eserlerine mistik, metafizik, doğaüstü ve tasavvufî çağrışımlar da ekleyen İlhan İrem pop müziğe ilk defa enstrüman olarak ney’i sokacak ve kendisini çok ileride yine bir diğer Bursalı sanatçı olan Mercan Dede (Arkın Ilıcalı) izleyecektir.
Geçen gün 30 yılın ardından Bursalı sevenleriyle buluştu İlhan İrem.
Kuru ağaç dalları üzerindeki güvercinler, havada asılı duran kanatlı melek tasvirleri, üzerindeki tütüsüyle sahnede ardında bir kuğu gibi dolaşan güzel bir balerin ve semazenler eşliğinde nostalji yaşayarak izledik İrem’i.
Bütün eski Bursalılar eksiksiz oradaydı sanki, tıklım tıklım doluydu açık hava tiyatrosu, adeta şehirdeki tüm gözler onun üzerindeydi.
Kurşunlu sahiline oturup şiirler yazarak besteler yapan o romantik ve naif oğlan yine taht kurdu hemşerilerinin gönlünde, çok keyifli bir müzik ziyafeti oldu.
Kız kardeşimle birlikte izlediğimiz konser ve gösteri sonrası Kent Meydanı’na gidip, Divan Lokantası’nda damardan tereyağlı tuzlama yemekse üzerine bal-kaymak gibi iyi geldi İlhan İrem’in.
İlhan İrem ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunu olan Hansu hanım 1991 yılında evlendiler.
Güher mi?
Kadriye teyze rahmetli oldu zaten.
Güher’e de kısmet değilmiş ne yapalım?!.
Hafızalarda kırmızı renkli, tek kapılı spor araba kaldı yadigar.
Hepsi bir hayal gibi geldi geçti, ne kaldı geriye, yaşanmışlıklar yanımıza kâr?!.
“Sazlıklardan havalanan, bir ördek gibi sesin
Ürkek, şaşkın, kararsız, duyuyorum
Ve sen bir gökkuşağı kadar güzelsin
Rengarenk ve az sonra gidecek, görüyorum
Ve ben yağmurlar altında bir yolcu
Islak, yorgun, tutkulu, yürüyorum…”