Selçuk Hatun Sokak’ta, üç hane aşağıda oturan Ayşe ninemin evine gitmiştim o gün annem anlamasın diye, kopya kağıtlarını hazırlamak için!
Erkek Lisesi’nde eski binanın birinci katındaki, arka bahçe tarafından bakılınca soldaki sınıfında orta mektep okuyordum o sıralar.
Zemin ahşaptı.
Hademeler, ki o zaman öyle denirdi onlara, her kış mevsiminin gelişiyle birlikte tüm döşemelere önce mazot sürer, ardından da incecik talaş dökerlerdi.
Çamurluydu o sıra yollar, her taraf asfalt değildi; çizmelerimizden bulaşan cıvık toprağı tutmak için yapılırdı bu işlem.
İyice kirlendiği vakit süpürürler, yenisini sererlerdi yere.
Ee kadın haklı tabii, çünkü ders “tarihti”; tarih öğretmenimiz imtihanlarda bolca tarih sorardı bize.
Ezberlemek mi zor geldi yoksa, canım hayatımda ilk ve son defa “kopya çekmek” mi istedi ertesi gün yapılacak sınavda…
Ayşe ninemin katlanabilir masasında tarih kitabını didik didik ederek, kestiğim kartonlara arkalı önlü minik minik harflerle tüm savaşların zaman dilimlerini ve kimlerle yapıldığını benim için demlediği mis gibi çayı içerken yazdım saatler boyunca.
Sınav başlamadan önce kopya notlarını bacaklarımın arasına koyacak, hoca oradan geçerken kapayacak, uzaklaşınca da açıp okuyarak cevapları kağıda yazacaktım.
Genellikle önce sıraların arasında gezer, sonra da ön taraftaki masasına oturup, saatin geçmesini beklerdi tarih öğretmeni.
Hababam sınıfında Hafize Ana’nın teneffüsü ilan etmek için çaldığı pirinç çanın aynısını sallayarak duyururdu hademeler dersin bittiğini.
Ve imtihan başladı…
Hoca sınıfta iki tur attı…
Sonra da gelip benim sol yanımdaki o gün okula gelememiş bir öğrencinin kullandığı boş sıraya oturmadı mı?!.
Beklerim, kalkmaz.
Beklerim, kalkmaz.
Bense öğretmen yandan görecek diye bacaklarımı açamıyor, sınav kağıdına tek cümle yazamıyorum!
Artık neredeyse ders bitecek, bir 10 dakika filan kaldı zilin çalmasına.
Hala kalkmıyor kadın!
Dedim ki kendi kendime, “En iyisi bildiğim kadarını yazayım da kalan sürede, hiç olmazsa sıfır almayayım bari”!..
Ve o sınavdan kaç gelmişti biliyor musunuz?
On üzerinden sekiz!
Kopya hazırlarken aklımda kalanlarla almıştım bu notu üstelik.
Demek ki çalışsaydım, daha başarılı olabilirdim.
Bir sene de eski binada aynı sınıfın tam üstündeydik.
Kış aylarında okula giderken zifiri karanlık olurdu hava; nice sonra, ikinci derste filan ağarırdı.
Tavanlara demir tellerle sabitlenmiş galvaniz boruların bağlandığı uzun, döküm sobalar ısıtırdı sınıfları.
Hademeler biz gelmeden önce tutuştururlar, linyit kömürünün ısıttığı sobalar kor gibi olurdu daha ilk derste.
Nasıl olup bitti her şey, biz itişip kakışırken nasıl devrildi o koca soba yere, içindeki volkan lavı gibi sıcak kömürler nasıl yayıldı mazotlu ahşap deminin üzerine, işte orasını hiç hatırlamıyorum da?
Aklımda kalan tek şey hademeler yetişene kadar koca bir sınıf olarak hepimizin söndürmek amacıyla o kızgın cürufun üzerinde tepinip durduğumuzdu.
Belki de eski bina çoktan yanmış olacaktı yardım gelene kadar!
Yaramazdık, çok yaramazdık…
Çalışkan ve başarılıydık ama…
Sonra bir gün muhasebe dersi koydular müfredata.
O yıllarda bilgisayar filan nerdee?!.
Hele hele sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant sonucu verebilen hesap makinesi gördüğümüzde uzaydan gelen bir cihaz muamelesi yapılırdı!
Bu arada merak edenler için söyleyeyim, “kotanjant” analitik düzlemde yarıçapı 1 birim olan birim çember üzerinde açısının ordinatıyla apsisinin oranına denir.
Daktilolar revaçtaydı o sıralarda.
Bir yerde işe başlayabilmek için 10 parmakla daktilo kullanabilmek büyük avantaj sağlıyordu.
Okula gidip gelirken açık pencerelerinden “Baran Daktilo Kursu’ndan” yayılan şakırtıları duyardık.
Aslında matematik öğretmeniydi, belli ki yeni dersi ona vermişlerdi okutsun diye; son derece ciddi görünüşlü, üzerinde bıçak gibi ütülü pantolonu, bordo kazağının içine giydiği gömleğin yakasına özenle bağladığı kravatıyla, orta boylu, bıyıklı, sert mizaçlı, alnı açık bir adam girdi sınıfa.
Bu kez birinci katta, laboratuvara bakan köşedeydik.
Belli ki kendi de dersine yeni çalışmış!
Sonra “T cetvelini”, aktif, pasif hesapları anlatmaya çalıştı hepimize ama öğretmesi gereken bir konu daha vardı:
“On parmak daktilo yazabilmek.”
Birer kartonun üzerine yuvarlakça kesip yapıştırdığımız, “tuş” vazifesi görecek sünger parçalarına sabitleyeceğimiz kağıtlara aynen daktilodaki gibi rakam ve harfleri yazmamızı istedi bizden.
Çocukluğunun ilk dönemini dedemin Remington daktilosunu kurcalayıp durarak geçirmiş bendeniz zaten bu işe aşina sayılırdım.
Önce kolay kelimeleri çalıştırarak başladı öğretmeye Neşet Şen, “baba, nene, dede” filan gibi mesela.
Sonra zor kelimelere geçtik.
Sınavları uygulamalı yaptı.
Sınıfa getirdiği bir daktiloyla tek tek imtihan etti sene sonunda hepimizi.
Sınıfa çatıdaki yuvasından düşmüş bir kırlangıç yavrusu getirdiğim için o dönemki matematik öğretmenimizden okkalı iki tokat yemiştim ama…
Muhasebe dersine giren Neşet Hoca bir fiske bile vurmamıştı hiç birimize.
O’ndan korkar, çekinirdik nedense?
Hem derslere girdi, hem de müdür yardımcılığı yaptı yıllarca.
Emekli olduktan sonra bile Bursa Erkek Lisesi’nde okuyan öğrencilere katkı sundu.
“Notre Dame’ın Kamburu” gibiydi Erkek Liseliler için, okul onsuz her zaman eksik kalırdı; çok özdeşleşmişti.
Nöbetçi olduğu günlerde geceleri, yatılı okuyan öğrencilerin yanına gider, üşümesinler diye üstü açık olanları örterdi sessizce.
Sert görünümüne karşın, Kel Mahmut kadar sevgi doluydu içi; bunu göstermeyi beceremeyen sıkıntı çekmiş bir nesildendi.
Gerçi 10 parmak olmasa da şu an bu tuşlara basıp, sizlere seslenebiliyorsam eğer, bunda Neşet Şen’in emeği vardır.
Geçen gün sosyal medyada ailesinin yayınladığı “vefat” haberini görünce içim ezildi, bir kötü oldum.
Seviyeli, saygılı, tam bir beyefendi adamdı Neşet Hoca.
Onun gibiler kalmadı artık bu dünyada.
Öğretmen olmak böyle bir şey işte; sen gittikten sonra bile binlerce öğrencinin anılarında yaşamayı sürdürüyorsun.
Güle güle Neşet Hocam…
Bir hoş seda bırakanlardan oldun sen de bu gök kubbede.
Güle güle…