Artık vakit gelmek üzereydi.
Ucu Bursa Ovası’na doğru çevrili o kocaman tekerleklerin üzerindeki geniş ve uzun namluya ilkin barut doldurup sıkılardı pala bıyıklı, itfaiye teşkilatından orta yaşlardaki bir adam.
Sonra elindeki tokmakla iteleyerek kırpık kırpık kesilmiş çaputları yerleştirirdi özenle.
Bir gözü saatte, diğer gözüyse elinde tuttuğu uzun bir sopanın ucunda yanmakta olan ateşte olurdu artık son saniyelerde.
Ve vakit tamam…
Döküm topun barutluğuna değdirilen ateş görevini hemen yapar, o yıllarda Bursa’nın her yerindeki insanlar tarafından duyulabilen sarsıcı bir gümbürtüyle patlayıverirdi.
İşte tam o an, sırf bu manzarayı yakından izleyebilmek için yakın mahallelerden Tophane’ye gelmiş olan irili ufaklı çocukların artık evlerine doğru koşturma zamanıydı.
İki kolumuzu birden yanlara doğru uçak kanadı gibi açarak, Setbaşı’na doğru uçarcasına koşardık iftar sofrasına yetişebilmek için.
Ramazan ayının pek çok akşamında şenliği izlemek için Tophane’ye gelen o çocuk topluluğu arasında biri vardı ki, gümbürtüyü duyar duymaz Hisar’a doğru hemen başlardı Pinokyo markalı bisikletinin pedallarına basmaya.
Yıldırım hızıyla da kaybolup giderdi alaca karanlığın eşiğinden.
Bu kişi, gazetenizin yazarlarından Can Ertan’dan başkası değildi.
Can’a her bakışımda gözümün önüne üzerinde kısa pantolonu, altındaki Pinokyo bisikletiyle ve ille de o “geniş gülümsemesiyle” “çocuk Can Ertan” gelir.
Kendisi gibi, yazılarında dile getirdiği karakterlerin yüzlerine de hep “geniş bir gülümseme” yayılır.
İşte o zaman iki yanağından sıkıp sevesiniz gelir Can’ı, saçlarını okşayasınız gelir!..
Sanki hiç büyümemiş, çocukluğun o masum sevimliliğinde saklı kalmış bir surat vardır karşınızda.
Annesi Müzeyyen hanımı hep çok özler sevgili Can; şöyle bahseder ondan:
“Ufakken anneme ''en çok kimi seviyorsun'' demiştim çekinerek...
Müzeyyen minik ellerimi avuçlarına alıp yanıtlamıştı, ''tabi ki seni Can'...
Saçlarımı okşayıp devam etti fısıltıyla: ''Çünkü hiç kimse benim sevgime senin kadar muhtaç değil''...
Sonra suskunlaşıp dalmış eklemişti; ''ama bir gün gelecek bir başkası da seni sevecek ve ben artık sadece benim sevgime muhtaç olmadığını bilerek huzur içinde uyuyabileceğim''.
Ona onca yıldan sonra şunu söyleyebilmek isterdim.
''Evet sevildim anne ama senin sevgine olan muhtaçlığım da hiç bitmedi.''
Dedesi Hüsnü Ortaç bir vakitler Bursa’da pek çok orkestra kuran bir müzik insanıymış.
Keman çalan annesi, klarnet çalan dedesi ve evdeki pikap, müziği sevdirmiş Can’a:
“Klarnetin sesini takip ederek koridoru emekleyerek geçer; dedemin (Hüsnü Ortaç) çalışma odasının kapısının önünde otururmuşum....
Beni klarneti sessizce dinlerken yüzümde geniş bir gülümseyişle bulurlarmış...
Müzik bana daima yaşama sevinci ve dayanma gücü vermişse...
O odadan ruhuma işleyen mandolin, akordeon, ud, flüt, klarnet ve saz sesi yüzündendir.
Müzik ruhumun omurgasıdır.”
Tabii, O’nu kitapla, kitaplarla, sinemayla buluşturan babası Salim Ertan’ı da unutmamak lazım.
Yaşı biraz ilerlemiş anne babanın biraz geç gelen tek çocuğu olunca çok kısa sürede hayatta tek başına kalıveriyor Can Ertan.
Sonrasındaysa müzik, sinema ve kitaplarla dolduruyor hayatını:
“Tango müziğinin eşsiz bestecisi Astor PİAZZOLLA'nın başyapıtlarından OBLİVİON (Unutulma, unutuluş)
En büyük keman virtüözlerinden SALVATORE ACCARDO yorumluyor.
Annem ''keman mütevazıdır seninle her yere gelir; ama piyano öyle mi, kibirlidir; ister ki ayağına gidesin'' derdi.
Bu kalbimi dağlayan melodiyi bana Müzeyyenim defalarca dinletmiştir; ruhu şad olsun.
Müzik hakkında ne biliyorsam sayendedir.
Şimdi anıların sessizliği içinden seni özlüyorum, hiç unutmadım.”
Can’ın çocukluğunda, evlerinin bahçesini süsleyen erik ağacı bir tapınaktır onun için, ruhunda çok derin imgeler barındıran bir totemdir adeta:
“Yağmur girerdi açık pencereden içeri...
Sabah serinliğinde esen ince yelde tül titreşirdi ve yağmur kokusu dolardı odaya...
Bahçemizdeki erik ağaçlarının yapraklarında yağmur sesi...
Yağmura uyanmak...
Bir rüyaya uyanmaktı.”
Henüz 4-5 yaşındaki Can evde ne zaman kendi isteğinin dışında bir şeyler gelişirse çok derin küsermiş ailesine.
Sonra, annesinin oyuncaklarını toplaması için ona verdiği irice eski çantaya bir çift çorap, bir de kazak koyup, dış kapının önüne bırakırmış!
Güya evi ve onları terk edip gidecek!
Amaç, gözdağı vermek!
De, nereye gidilir, nerede kalınır o saatte?!.
Sonra, yazılarında sık sık sözünü ettiği erik ağacının tepesine çıkar, orada Allah’la konuşurmuş!
“Neler konuşurdunuz” diye sordum?
“Beni üzdükleri için onları Allah’a şikayet ederdim, dertlerimi anlatırdım” dedi!
Can’ın yazılarında eski Bursa sokaklarından kokular bulursunuz sık sık:
“Sabahları onun sesini duyarak uyanırdım:
“Siiiiimiiiiiiiiiiiiiiiiitçiiiiiiiiiiiii.’’
Sokakta, odamın duvarlarında yankılanırdı, incecik tını.
Heyecanla yataktan fırlar; akşamdan başucuma koyduğum parayı kapar; Bülent abiden simit almaya koşardım kapıya.
Bayılırdım fırından yeni çıkmış, gevrek simidi koklamaya.
Hamur ve susam kokusunu derin bir nefesle içime çekerdim.
Başının üstündeki simit tablasına dizili simitleri hünerle taşıyarak, salına salına yürürdü; sokağın ucunda kaybolana kadar bakardım ardından Bülent ağabeyin.
Çay bitmiş...
Kokusu uçmuş...
Bardaktaki sıcaklığı da soğur birazdan...
Ağzımdaki tadı sürer az daha...
Her şey çürür dağılır bozulur...
Geriye hatıralar kalır...
İnsan anımsadıkları ve başkalarının gönlünde bıraktığı iz kadardır.
Sevgi bilgi ve güzellik duygusu...
Moleküllerimiz bunlardır.”
“Gülüş Yüzün En Güzel İsyanıdır” başlıklı yazısındaysa her şeye inat şöyle sesleniyor okurlarına:
“Hasetlere, fesatlara, vasatlara, kibir kumkumalarına, ego budalalığına, evrende zaman ve mekan açısından mini minnacık oluşunuza, zeka tokuşturmaya çalışanlara, insan ilişkilerini hiyerarşi üzerinden götürenlere, duygularını düşünce sananlara, bilginin, dostluğun, aşkın ve güzellik duygusunun erdemlerine...
Bilimin aydınlığına, felsefenin ufkuna, edebiyatın, sanat sinemasının, romanların, konçertoların, sanat müziğinin, türkülerin, tangoların varlığına...
Gülümseyin...”
Tüm yazı hayatım boyunca yerdiklerim de elbette oldu ancak, genellikle meslektaşlarımı övmüş, onlara moral olacak notlar düşmüşümdür.
Böyle bir gelenek yok Bursa basınında!
Herkes birbirinin paçasından çekiştirmeye çalışır derinden derinden.
Meslektaşlarını öven, onlar hakkında iyi şeyler söyleyen ender yazarlardan biridir aynı zamanda Can Ertan:
“Farklı düşündüğümüz konular olsa da sevgili Mehmet Ali Yılmaz’ın dostluğu benim için pırlantadır; farklılıklar dostluklara boyut katar.
Yıllar içindeki yaşanmışlıkların imbiğinden süzülüp gelmiş; anılarla, Bursa sevgisiyle, kalem işçiliğiyle pekişmiştir dostluğumuz.
Eğer ON TV’de yaptığımız ‘’YÜZ YÜZE’’ ilgiyle izleniyor, gündem oluşturuyorsa bunda aslan payı Mehmet Ali ile olan dostluğumuzundur; çünkü içinde sevgi olmayan hiçbir şey tutmaz.
Medya gibi, siyaset gibi yoğun rekabetin yaşandığı ortamlarda dostluklar deniz feneridirler, fırtınada borada sığınılacak limandırlar.”