12 Eylül askeri rejiminin Kasım 1982'de oylattığı Anayasa'yla birlikte YÖK kurulmuş (Yüksek Öğretim Kurulu) ve bilimsel özerkliğin de ırzına geçilmişti haliyle!
Biz öğrenciler sabahlara kadar ders çalışmaktan kafamızı kaldıramıyorduk özellikle sınav dönemlerinde.
Puanlama yöntemi de değiştirilmişti; ana sınavlardan önce 2 kez vize imtihanlarına giriyorduk.
Vizelerde belli bir not ortalamasını yakaladın yakaladın, yoksa ayvayı yediğinin resmidir!
İşte o zaman ana sınavlara katılma hakkını da kaybediyor, o dersten direkt olarak sınıfta kalıyordun.
Dahası, bir dahaki sene yine başarısız olursan eğer, bu kez de okuldan atıyorlardı seni!
Ailene, anana babana ne diyeceksin, nasıl anlatacaksın durumu?
Ve pek çok arkadaşımız bu vaziyetteydi .
Mezun olduktan sonra bile yıllarca rüyalarımda İstatistik ve Sayısal Yöntemler derslerinden kaldığımı görecek, sabah uyandığımdaysa dudaklarımı yaşadığım stres yüzünden uçuk içinde bulacaktım!
İstatistik dersine Özer Serper girerdi.
Necmi Gürsakal da O'nun asistanıydı henüz.
Sınav sonuçları açıklanınca gideriz Özer Serper'in kapısının hemen yanında duvara asılmış kağıtların başına, her bakan yüksek sesle "Hass..!" çekerek öfkeyle ayrılırdı oradan.
Adam artık nasıl bir zevk alıyorsa bu durumdan, 49 buçuk verir, 50 vermezdi inadına!
1983 seçimleri artık yaklaşmıştı...
"Fomara Meydanı'na henüz yeni kurulan ANAP'ın başkanı Turgut Özal gelecek" dediler.
Bir ekip oluşturup, döviz ve pankartlar hazırladık üzerlerinde "Vizeler kalksın" yazan.
Tonton adam "Arım balım peteğim" isimli şarkının nağmeleri eşliğinde seçim otobüsünün önünde meydanı hınca hınç doldurmuş olan kalabalığa el sallayarak geldi ve o sıra İşhanı, şimdiyse Kervansaray Oteli'nin yerleştiği binanın terasından konuşmaya başladı.
Biz Bursa İktisadi Ticari Bilimler Akademisi'nin öğrencileri de sık sık slogan atmaya, elimizdeki dövizleri sallamaya başladık O'na doğru.
Hiç unutmam, durdu ve şöyle seslendi yukarıdan:
"Siz öğrenciler... Çok çalışacaksınız ve en kısa zamanda bu ülkeye faydalı bireyler olarak hayattaki yerinizi alacaksınız."
Anlaşılan vize sınavlarını kaldırmak, öğrenci affı çıkarmak gibi bir niyeti yoktu.
12 Eylül'cüler gibi o da talebelerin siyasetle uğraşacak zaman bulmalarını hiç istemiyordu!
Akademi başkanı rahmetli Erhan Kotar'dı; tonton şeker bir adamdı.
Sonra birkaç fakülte birleştirildi filan, Uludağ Üniversitesi'nden mezun olduk güç bela!
Tahsil hayatımın bu son deminde rektörlerle filan hiç işim olmadı benim.
Olmadı, olamazdı da...
Onlar idari görev yapıyorlardı çünkü.
82 Anayasası'yla birlikte öğretim üyeleri 3 aday seçiyorlar, Cumhurbaşkanları da onların arasından bir ismi bu iş için görevlendiriyordu.
Bu durum o gün de böyleydi, bu gün de aynen böyle.
Okurken rektörlerle hiç işim olmadı ama meslek yaşamımda Atatürkçü geçinen dönemin Uludağ Üniversitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran sayesinde az kalsın sopayı da yiyordum!
O'nun zamanında koca kurum bilimsel anlamda hiçbir varlık gösteremediği gibi, içeride bir de Jandarma'ya karakol için bir yer verip, askerleri öğrencilerle yüz yüze getirmişti bu adam!
Bir gün orada okuyan talebeler her halde önemsediğim bir konu hakkında basın açıklaması yapacaklar...
Kalktım gittim Görükle'ye...
Etrafımızı ellerinde G3 makineli tüfeklerle Jandarma erleri sarmış, öğrencilerin yapmak istediği toplantıyı da engelleme emri almışlardı.
Genç bir kız metni okumaya koyulunca hemen harekete geçti askerler.
Benden başka da hiçbir basın mensubu da yoktu zaten orada.
"Hop hop, n'oluyo" demeye kalmadan iki er de benim kollarıma girdi!
Durumu anlatmaya çalışıyorum, "Ben anlamam, komutanım anlar" diyor, belli ki Anadolu'dan gelmiş kavruk bir onbaşı!
Öğrencileri sırayla bir odaya alıyorlar, çıkarken de hepsi kızarmış yanaklarını tutuyordu!
Sonra sıra bana geldi.
Karşıdaki masanın arkasında oturmakta olan göbekli, beş pırpırlı bir başçavuş yerinden kalkıp, sağ eli havada yengeç gibi yandan yandan yürüyüp üzerime doğru gelerek, "Ooğlum, ne ayaksın sen lan" diye seslenince, "Gazeteci ayağına takılıyorum" dedim sert biçimde?!.
Zınk diye durdu!
"Baştan söylesene be kardeşim" dedi, "buyur otur, bi çayımızı iç".
"Yok" diye yanıtladım; "işim var gideyim ben".
Tabii, dönüşte bir güzel döşendim rektöre!..
Henüz delikanlılık çağındaki masum öğrencileri teröriste, koca üniversiteyi de karakola çevirmişti Mustafa Yurtkuran!
Ha! Bir de rahmetli Mete Cengiz'i kutlamaya gitmiştik Hamza Eren'le birlikte.
O mütevazı haliyle masasından kalkıp yanımıza oturmuş, "Müsaade var değil mi çocuklar" diyerek sigarasını ateşlemişti.
Odanın içinde kesif bir sigara dumanı vardı.
Çok içerdi.
Kanserden öldü Mete Bey, toprağı bol olsun.
Anılar canlanıyor gözümde...
İstanbul'dayım...
İTÜ'de inşaat mühendisliği okuyan küçük kardeşim Şahin, "Kalk abi, bir yere gideceğiz bu akşam" dedi.
Kapının önündeki seyyar arabaların birinden kokoreç, hemen karşısındaki dükkandan da ikişer bira aldık.
Havada dolunay var...
Ilık bir yaz akşamı...
Oturduğumuz çimenlik alanın az ötesinde de aşağıda İstanbul Boğazı, Ay'ın şavkını bağrına almış, belli belirsiz kıvrıla kıvrıla akıyor Marmara'ya doğru.
Kıyıdaki evlerin rengarenk ışıkları da düşmüş suya...
Nasıl muhteşem bir manzara, anlatamam sizlere!
Boğaziçi Üniversitesi'nin bahçesinde geçirdiğimiz o saatlerin hayali bile cihana değer !
İlk o gün görmüştüm bu okulu.
Muhteşem bir konumu vardı.
Rektörünü o gün de Cumhurbaşkanı atıyordu, bu gün de öyle...
Geçen hafta belli ki rakiplerinin yön vermesiyle, Bursa'ya bir özel üniversite kazandırmaya hazırlanan bölgemizdeki Sınav Okullarının sahibi Gıyasettin Bingöl'le ilgili çirkin, aslı astarı olmayan haberler yapıldı...
Gazete olmaktan çoktan çıkan Cumhuriyet hemen balıklama atlayıverdi bu yalan habere...
Efendim neymiş?
"Zehra Vakfı burada üniversite kuruyormuş!.."
Hadi ordan!
Eğitim alanında tam zamanında doğru yatırımlar yaparak şirketini büyüten Gıyasettin Bey dediğim gibi, bir vakıf üniversitesi kurmanın arifesinde aynı zamanda.
Zaten üniversite yapabilmek için mutlaka bir vakıf kurup, oraya en az 100 milyon lira parayı vakfedip, garanti vermeniz şart!
"Üniversitede her şeye Devletin onay verdiği bir kurul karar veriyor" dedi Gıyasettin bey son konuşmamızda; "biz hiçbir şeye karışamıyoruz! Özel okul olmasına rağmen rektörünü de Cumhurbaşkanı atıyor... İster bu heyetin verdiği 3 isim arasından belirliyor, isterse dışarıdan başka birine görev veriyor..."
Bu durum yasayla sabit.
Şimdi gelelim Boğaziçi'ndeki olaylara...
Kanları henüz "deli" akıyor orada okuyan çocukların...
Rektör atamasını protesto etmeleri, bunun için toplantı yapmaları son derece doğal ve demokratik...
Tabii ki içlerindeki gazı atacaklar, kendi lisanlarınca düşüncelerini anlatacaklar topluma; büyükler de onları hoş görecek.
Lakin aralarına, memlekette huzursuzluk çıkarmak isteyen eski anarşist bozuntuları, teröre karşı yürütülen son derece başarılı çalışmalar sonucu bulundukları inlerden başlarını bile çıkaramayan PKK'lıların siyasi uzantıları karışınca işin rengi başka bir hal alıyor!
Fakat bu millet bu kalkışmaları yemez be!
Nitekim bir grup Görükle'de, bir diğer grupsa Setbaşı'nda gösteri yapmaya kalktı; Boğaziçi'nin rektöründen onlara neyse?!.
Halktan iğne ucu kadar bile destek göremedikleri gibi, iyot misali açığa da çıktılar...
Bu millet iyi biliyor ve tartıyor kimin kaç kuruş ettiğini!
İstanbul'da, Kadıköy'de yaparsın o gösteriyi; yanına üç-beş de adam bulursun belki ama...
Bursa'da, Anadolu'da tutmaz o iş!
Üzerine bir de halktan sopa yiyip, öyle gidersin evine!