Yazarlar

Bu gün Şeytan taşlama günü

post-img
Cumhuriyet Halk Partisi Yıldırım İlçe Örgütü üyesi Ecevit uzun’un Facebook’ta duvarına yazdığı ifade çok hoşuma gitti. “Bir solcu için 1 Mayıs’a gitmek” demiş Ecevit Uzun, “yılda bir kez hacı olmak gibidir!..” Ne hoş değil mi? Abdest tazelemek bakımından Ecevit haklı ancak, hac farizasının gereklerinden biri de Şeytan taşlamaktır! Hadi bu gün Şeytan taşlayalım? Kafalarının içi bomboş, Türkiye’de işçi haklarının gelişiminden ve bu gün içine düştüğü durumdan bihaber siyasetçileri şöyle bir silkeleyip yine rahatsız edelim azıcık! “1 Mayıs adına yürüyoruz” diye boy gösterenlerin bulunduğu fotoğraf karelerine bakıyorum, kendi partilisinin yönettiği belediyeden yüz milyarlarca liralık ihaleler almayı sürdüren İl başkanları görüyorum oralarda sevgili Ecevit. Peki ya seçilir seçilmez aynı belediyeye koştura koştura gidip hukuk müşavirliğini kapan, milletvekili olduktan sonra da yerine daha önce yanında çalıştırdığı kızı bırakan avukat milletvekillerine ne demeli? Hayatı boyunca bir kere bile 1 Mayıs kutlamasına katılmamış ancak CHP’de milletvekili yapıldıktan sonra ön saflardan ayrılmayan samimiyetsiz, iki yüzlü insanlarla nereye kadar yürünür sence? Merhum 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in dediği gibi “yollar yürümekle aşınmaz” ama içleri bomboş, ruhsuz insanların vekil ya da yönetici yapıldığı bir parti böyle giderse er ya da geç yok olmaya mahkumdur sevgili Ecevit. Mesela bu kutlamalarda hiç 12 Eylül’den söz edildiğini işittin mi hiç sen? İşçi sınıfının 1960’lardan beri çok büyük bedeller ödenerek yükselen siyasal ve sendikal örgütlenmesini darmadağın eden 12 Eylül’den? Ancak o sayede işçiler susturulmuş, 24 Ocak 1980’de uygulamaya konulan, bu gün de hala devam eden neoliberal politikaların önü tamamen açılmıştı hani? İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan, Türkiye’de ise Turgut Özal’ın uygulamaya başladığı bu neoliberal politikalar, batıda da her türlü işçi muhalefetini ezerek devam etmişti. Türkiye’deyse 12 Eylül darbesi zaten bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, sendikalar ve grev hakkı yasaklanmıştı. O yıllarda artık sosyalizmin öldüğü, sınıf mücadelesinin bittiği, sonunun geldiği ilan edildi herkese. Bu gün Türkiye işçi hakları açısından dünyanın en kötü ülkelerinin  arasındadır. Yasalarda belirtilse bile pratikte işçilerin aslında etkin hiçbir hakları yoktur! Hep ezilmeye, yenilmeye mahkum hale getirildiler. Sendikalarla, avantacı sendikacılarla kafakol ilişkisine giren işveren  ya da hükümet çarkı gayet güzel çevirip duruyor. Türkiye’de bu gün işyerlerinde çalışan, tarımda kendi hesabına iş yapanlar hariç, yaklaşık 17 milyon işçinin ancak 11,7 milyonu sigortalı. Sigortasız işçi çalıştırma olayı halen çok yüksek oranda devam etmekte. Diğer taraftan 11,7 milyon sigortalı işçiye karşılık 1,03 milyon sendikalı işçi var ülkemizde. Böyle bir tablo karşısında işçi haklarından, etkili bir hak mücadelesinden nasıl söz edebiliriz, öyle değil mi sevgili Ecevit? Bugün itibarıyla çok sayıda işyerinde direnişler yine sürüyor. İş kazalarına, taşeronlaştırmaya karşı yapılan eylemler devam ediyor. Binlerce işçi ücretleri ödenmediği, fabrikası kapandığı ya da daralmaya gittiği için eylemler düzenliyor. Hükümet işçilerin kıdem tazminatını fona devretmeye hazırlanıyor. Ayrıca işyerlerindeki taşeron işletme işçilerine, işyerindeki sendikada örgütlenebilme hakkı tanınmıyor, taşeron işçilerin sendikalaşma hakkı fiilen yok ediliyor. Başta CHP Bursa İl Başkanı Şadi Özdemir olmak üzere partili milletvekili ya da yöneticilerinden ikide bir “laiklik” ya da “Atatürk” laflarının haricinde yakın zamanda bu konu ve durumla ilgili bir görüş, açıklama ya da her hangi bir proje duyup gördün mü sen? Dikkatini çekerim sevgili Ecevit, laiklik ya da Atatürk ilkeleri olmasın demiyorum ama sadece onlarla, temel ekonomik konulara hiç değinilip çalışma yürütülmeden, sadece Meclis’te halıya değil, atölyede, fabrikada ya da tarlalarda çalıya da basılmadan, 1 Mayıs günleri içi boş gösterişlerle yürünerek iktidara gelinebilir mi sence? Tarihi ve insanları da yanlış bilip tanıyoruz sevgili Ecevit, ben de uzun zaman öyle sandım, adaşının peşinden ben de çok koştum. Doğru bildiğim pek çok şey eksik ya da yanlış çıktı. Hadi gel, “Şeytan taşlamaya” birlikte devam edelim? Bu coğrafyada çalışanlara yönelik ilk düzenleme, Ereğli kömür madenlerindeki işçilerin haklarını güvence altına almak için 1865 yılında yapılıyor. Amerika’da 1 Mayıs 1886’da başlayan sürece bakıldığında henüz sanayileşmeden nasibini almamış Osmanlı’nın, elin gavurundan çok daha hümanist ve işçi dostu olduğunu söyleyebiliriz mesela! Malum, 1924 yılında Amele Teali Cemiyeti yani, İşçi Yardımlaşma Derneği kuruluyor ve bu yapının altında birçok sendika yer alıyor. Cemiyetin üye sayısı kısa süre içinde 30 bini aşınca, 1927'nin 1 Mayıs'ında da 2000'e yakın işçi greve çıkınca ne mi oluyor? Dernek “yasa dışı” bulunduğu için kapatılıyor ve 150 sendika üyesi tutuklanarak zindana atılıyor! Peki kim tarafından? Cumhuriyetimizin kurucusu, Atatürk’ün önderliğindeki CHP’miz tarafından!   Yine CHP’nin yönetimindeki bu ülkede ta 1936’ya kadar hiçbir iş yasası çıkartılmıyor. Sadece “işçi temsilciliği” getiren düzenleme var o da 1936’da, toplu sözleşme ve örgütlenme hakkını da yok sayıyor üstelik. Daha sonraki yıllarda sendika ve işçilerin CHP’yi değil, Adnan Menderes önderliğinde seçime giren Demokrat Parti’yi desteklediklerini biliyor muydun Ecevit? Garip ama gerçek aynen böyle! DP’de de seçim öncesi parti programlarında çalışanlara sendikal haklarının verileceği açıklanmış ancak, iktidara gelindiğinde verilen tüm sözler unutulmuştur sevgili Ecevit. İşçiler için zulüm ve acıyla geçen yılların ardından 1960’lara gelindiğindeyse köyden kente artan göçle işçi sayısında büyük yükseliş  olmuş, be nedenle oluşan gerilim sonucu 1961 Anayasası’yla işçi ve memurlara grev ve toplu sözleşme hakkı verilmiştir, bu doğru. Ancak gel gör ki bunun yasası tam iki yıl sonra adaşın Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı sırasında ancak çıkabilmiştir. “Türkiye’de işçilere grev ve toplu sözleşme hakkını CHP’nin, daha doğrusu dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’in verdiği” iddiası ki, eskiden ben de öyle sanırdım, kocaman bir palavradır sevgili Ecevit. Bu dünyada hele hele ülkeleri yöneten sermaye uşağı ensesi kalınlar grubu başta olmak üzere, hiç kimse kimseye durup dururken bir şey vermez! Neymiş? Hak verilmez, alınırmış!    Adaşın artık mecburen o yasayı çıkarmadan önce düşük ücret ve keyfi işten atmalar nedeniyle çok büyük gösteri ve protestolar yaşandı bu ülkede. Hele hele 31 Aralık 1961 yılında İstanbul, Saraçhane’de düzenlenen dev bir miting vardı ki, ülkeyi yönetenleri yusuf yusuf öttürmüştü  vallahi! Devir, 68 kuşağını büyütüyordu, öyle boru değildi vaziyet yani! Hazır “Ecevit” demişken “Şeytan taşlamayı” onunla sürdürelim derim ben, ne dersin Ecevit? Bülent Ecevit, İnönü’nün koltuk altına girerek 1957'de CHP Ankara Milletvekili, 1961 yılında 'Kurucu Meclis üyesi', ardından da  Zonguldak Milletvekili oldu. Darbe sonrası İsmet İnönü'nün başkanlığındaki karma hükümette Çalışma Bakanlığı yaptı. Güya sermayenin kararlarına karşı demokrasi ve emekten yana tavır sürdürdü! Oysa, 61 Anayasası’yla verilen işçi haklarına dair yasal düzenleme maksatlı olarak onun tarafından yapılmıyordu bir türlü! Bülent Ecevit,  o yıllardaki devrimci yükselişin kokusunu en erken alan ve bunun için gerekli politik önlemleri geliştirmeye kendini adayan burjuva politikacılarından biriydi aslında. Bu arada Aralık 1962'de, 173 Kavel Kablo Fabrikası işçisi de, Anayasa'da tanınan grev hakkını kullanarak üretimi durdurdu. Grevden birkaç ay sonra 24 Temmuz 1963'te 274 sayılı Sendikalar Yasası işçilere ile ilk kez grev hakkı tanıyan 275 sayılı Toplu Sözleşme Grev Yasası çıkarıldı. Aynı günlerde Kavel'de işçilerle 3 gün sabahlayan Ecevit, yasaya eklediği maddeyle de tutuklanan 26 sendikacının salıverilmesini sağladı. Ecevit’i, “Ecevit” yapan ve “Karaoğlan” ya da “Halkçı Ecevit” gibi sıfatlarla anılmasına neden olan şey işte sadece budur. Oysa Ecevit bu yasaların çıkarılması için uğraşırken ne yaptığının çok iyi farkındaydı. O günlerde gazetecilerle yaptığı bir söyleşide şunları demişti: “Bildiğiniz gibi kuzeyimizde ve batımızdaki komşularımız ayrı, sosyalist bir düzene sahip. Güneyimizdeki Arap ülkelerinde de yeni sosyalist iktidarlar kuruluyor. Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er veya geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini kuzeye veya güneye çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu.” Onu Ecevit yapan bir diğer şey de 1960’ların ortalarından itibaren “ortanın solu” adıyla CHP’de gerçekleştirdiği değişimdir. Bülent Ecevit bir yandan bir devlet partisi olan CHP’nin o şartlarda asla hayatta kalamayacağını, diğer yandan da burjuva düzenini  korumak için toplumdaki sola kayışın kontrol altına alınıp, düzen içi kanallara sevk edilmesi gerektiğini görmüş ve bu uğurda İsmet İnönü’yü bile tasfiye edecek olan süreci başlatmıştı. Bu süreç aslında CHP’nin “demokratik sol-sosyal demokrat”  bir yapıya büründürülmesi değil, daha ziyade CHP’nin salt bir “devlet seçkinleri partisi” olmaktan çıkarılıp ona popülist bir kitle partisi kimliğinin  kazandırılması süreciydi. Bu sayede Ecevit, yükselen “işçi hareketini ve sol dalgayı düzen içi kanallara” akıtmayı becermiş ve kendisinin de söylediği gibi Sosyalist devrimin önünü kesmede kilit bir rol oynamıştı. Hatırla Ecevit?.. 1980’den sonra yaklaşık 400 bin emekçinin katılımıyla Ankara’da en büyük kitle eylemi 1999 yılında “emeklilik yasa tasarısına karşı” yapılmıştı. Mezarda emekli olmak istemeyen, emeklilik yaşının 60’a çıkarılmasına karşı çıkan yüzbinlerce insan yeri göğü inletmişti o gün. Adaşın Başbakan güya Halkçı Bülent Ecevit ne yaptı peki? 17 Ağustos depreminin yarattığı kaos ortamından yararlanarak Meclis’ten bir gecede geçiriverdi yasayı!.. Yeter mi bu kadar Şeytan taşlamak artık sevgili Ecevit? Hadi o zaman, 1 Mayıs Hac farizamızı tamamlamak üzere Kent Meydanı’nı tavafa gidelim mi birlikte:   “Lebbeykk Marksümme Lebbeyk!..”              

Diğer Haberler