Yazarlar

Bursa’ya Zekimiz gelmiş

post-img
Bazen her biri ayrı ayrı yerlerde karşıma çıktıkça şöyle bir düşüyorum da aslında yıllar yılı ne kadar çok iz bırakmışım, benim de ne kadar önemli ve değerli katkılarım olmuş bu güzel, kadim kente. Eski Bursalılar bilirler Sakal Döken yokuşunu. Rahmetli Gazeteci Yazar Yılmaz Akkılıç’ın evi de oradaydı. Humeyni de Bursa’daki sürgün yıllarının bir bölümünü Sakaldöken’deki o evde yaşadı. Hatta 1980 öncesinde Avukat Cengiz Göral’ı o yokuşta yaşamdan kopardı faşist katiller. Tepeye doğru tırmanıp da sonuna geldiğinizde sola doğru Efe Sokak’a girip, üstüne bir de ilk aradan da sağa döndüğünüz vakit, upuzun Fabrika Sokak karşılar sizi. Fabrika Sokak’ın sağ yanında apartmanlar, sol yanındaki duvarların ardındaysa bir cennet vardır! Bundan tam 25 yıl öncesi… Çok gencim, Demokratik Sol Parti’nin Yıldırım İlçe Başkanlığı görevini yürütüyorum o sıralarda. Nitekim yine aynı sene de Bursa İl Başkanlığı’na getirilecektim. İlçe sekreterimiz şimdi Agazete’yi yöneten Ergün Özçelik’ti. Ergün çok girişken, çok çalışkan ve örgütçü bir insandı; hala da öyledir, yerinde duramaz. Rahmetli Selahattin Kaplanbaşoğlu vardı başkan yardımcımız. Selahattin abi eski CHP’li, Ecevit hayranıydı. 1977’de Cumhuriyet Halk Partisi belediyeyi kazanıp da Mustafa Eroğlu gelince başa, mesleği terzilik olan ve o yıllarda 2 çocuğunu büyütmekte güçlük çeken Kaplanbaşoğlu, CHP’nin idarecilerine giderek “kendisine bir iş verilmesini” istiyor. Tesadüfe bakın ki o sene CHP Bursa İl Başkanı Yılmaz Akkılıç! Akkılıç bir sene sonra da kongrede görevi Erhan Sevimli’ye devredecek, Sevimli de iki senenin ardından askeri idarenin gelmesiyle birlikte koltuğu bırakmak zorunda kalacak. Onca yıl peşinde koşturup da günü geldiği vakit kendisine el kol olmayan partisine ve yöneticilerine çok kırılıyor Selahattin Kaplanbaşoğlu. Tam o sıralarda Hürriyet Gazetesi’nde bir ilan görmüştür, “İngiltere’ye götürülmek üzere terziler aranıyor” diye yayımlanan. Hemen başvurusunu yapar. Hiç beklemediği bir şekilde 15 gün sonra da davet mektubu ulaşıverir eline. İşin sonrası tam bir başarı öyküsüyle süslü. Önce ilk girdiği şirkette bir süre çalışır Selahattin abi. Sonra bakar ki işin önü açık, eşiyle birlikte birkaç makine alarak evlerinde bir terzihane kurarlar. Elişi takım elbise çok kıymetlidir İngiltere’de. Bu girişim daha sonra konfeksiyon atölyesine, ardından da koca bir fabrikaya dönüşür. Ama hep bir memleket özlemi vardır Selahattin abinin içinde. Çocukları büyüyünce işi onlara devreder ve yengeyle birlikte Bursa’ya dönüp, Piremir Mahallesi’nde iki katlı, bahçeli, İngiliz ev mimarisinin tınılarını taşıyan, çok güzel bir konut yapar kendine. Bundan kısa bir süre önce valideme biraz türbe yatır gezdirdim, birlikte çıkıp dolaştık, hava aldık biraz. Piremir Camii’ne gitmek için Menekşe Sokak’a girdiğimde Selahattin Kaplanbaşoğlu’nun evini de gördüm. İçim acıdı, yüreğim özlemle burkuldu, kimsesizleşmiş, bakımsız kalmış, kapılarında da kocaman zincirler ve kilitler asılı. Belli ki çocukları bir daha dönmediler Türkiye’ye. Ev ziyaretlerimiz sırasında Kaplanbaşoğlu Ailesinde de görmüştüm, küçükler banyodan çıktıktan sonra gelip, evdeki büyüklerin ellerini öperlerdi. Eski bir Osmanlı adetiydi bu. Sapsarı saçlı, çok da tatlı minik bir torunu vardı, 3 yaşında filandı o zaman, kocaman olmuştur şimdi. Annesi onu her akşam yıkadıktan sonra mis gibi lavanta kokarak bornozuyla gülerek yanımıza gelir, hepimizin tek tek ellerimizi öperdi. Memlekete kesin dönüş yaparken direksiyonu sağda bir Audi araba da getirmişti Selahattin abi. Siyasi faaliyetler için sağa sola giderken millet hep şaşırır, yanlışlıkla direksiyon koltuğuna otururdu sık sık insanlar, çokça gülerdik. Küçük partilerin yöneticileri hep derler ya “basın bize yer vermiyor” diye? “Na” vermiyor! Sen onların ilgisini çekecek, haber olacak projeler üret de veriyor mu vermiyor mu hele bir gör bakalım! Üstelik de milleti ayağına çağırarak yaptığın kıytırık basın açıklamasını kim n’apsın senin? Köşe yazarlarının çevrelerinden hiç ayrılmazdık biz o sıralar, gazetelerde iki satır lafımız çıksın diye. Bursa Hakimiyet’te Arzu Yılmaz, Olay Gazetesi’nde Ahmet Emin Yılmaz adeta Kabe’miz gibiydi, yanlarına Mina Dağı’na çıkar gibi varıp oradan Şeytan taşlamaya çalışırdık! DSP henüz yüzde 7’lik partiydi ama en az koalisyon ortağı SHP kadar sesimiz çıkıyordu o yıllarda Bursa’da. Biz tekrar dönelim Sakaldöken’deki Fabrika Sokak’a… “Orada bir cennet vardır” demiştim? Apartmanların arasında 22 dönümlük boş bir alan, o arazinin içinde tuğladan bir fabrika binası,  bacası  ve bir arberotum kadar güzel bin bir çeşit bitki ve ağaç vardı. Arazi İpeker’lerin eski fabrika binasının bulunduğu yerdi. O tarihten bir yıl önce Turhan Tayan’ın başkanlığındaki Doğru Yol Partisi Bursa’da Anavatan Partisi’ni darmadağın etmiş ve 3 merkez ilçeyle  birlikte büyükşehir belediyesini de ANAP’ın elinden alıvermişti. Yıldırım’da belediye başkanı kulakları çınlasın, iyi insandır, çok da severim kendisini, Zeki Eke’ydi. Vatandaş bir sıkıntısı derdi olduğunda partiye gelirdi bize o yıllarda. Yine bir gün bir bilgi ulaştı bendenize. Mülkün sahipleri, DYP’lilerin yönettiği belediyeyle anlaşmışlardı ve 22 dönümlük cennet bahçesi gibi o alan hafriyatla darmadağın edilerek üzerine de beton bloklardan oluşacak dev bir site kurulacaktı! Derhal tetkik edip, Yıldırım Belediyesi’ne sunulan projeyi buldurdum. Orada yapılmak istenen iş tam bir cinayet ve kent adına da felaketti. Diğer taraftan belli ki bir yerlerden partiye de bir paket gelmişti ya da iş bitiminde gelecekti! Bizim tek belediye meclis üyemiz rahmetli Sadık Doygun’sa kendince projeyi nedense destekliyordu garip bir şekilde! Nitekim daha sonra gösterdiğim tepkiler üzerine DSP’den istifa ederek çekip gitti kendisi. Hemen bir toplantı ve durum değerlendirmesi yaptık yönetim kurulunda. Ardından ilk hafta sonu için tüm hazırlıklar yapıldı ve basına da haber verildi. Gösteri ve basın toplantısını Cumartesi günü planlamamızın nedeni, çevrede oturan ailelerin erkeklerinin de evde olmalarını istememizdi. Üzerinde dandik bir ses tesisatı ve ak güvercin resimleri olan, aküsü bitik, geri vitesi ve silecekleri de çalışmayan, motoru sık sık su kaynatan,  mavi, burunlu Ford minibüsümüzle yönetim kurulu üyeleri olarak  İpeker Kozaklığı’na vardığımızda ortalık ilkin son derece ıssızdı. Ergün Özçelik’in sevk ve idaresindeki partili arkadaşların hepsi çevredeki apartmanların zillerine basarak, mahalle sakinlerini kozaklığın yok edilmesini önlemek amacıyla protesto eylemine davet ettiler. Çağrılar bir yandan minibüsün ses tesisatından da yapılıyor, anons aralarında aracın hoporlörlerinden  etrafa Hasret Gültekin’in “Özgürlük Mahkumları” isimli parçasından devşirilen, “gözün aydın Türkiye ak güvercin geliyor, güçlendikçe DSP halkın yüzü gülüyor” sözleri eşliğinde hareketli nağmeler yayılıyordu. Çok değil, on dakika sonra ana baba gününe döndü ortalık. Çoluk çocuğunu da yanına alan insanlar bir bir indiler aşağıya. İşte o zaman da herkesin eline daha önce partide hazırladığımız döviz ve pankartları verdik. Basın İlan Kurumu eski müdürü, güzel ve yiğit insan rahmetli Yusuf Büyükbaşaran’la ilk o gün, orada tanışmıştık. Yusuf abinin evi de oradaydı. Daha ilk saniyede o beni sevmişti, ben de onu. Yolum düştükçe özlediğim başka insanlar gibi Pınarbaşı Mezarlığı’nda ona da uğruyorum, dertleşiyoruz azıcık. Ve sıra artık nokta mitingi yapmaya gelmişti. Yıkıldı meydan! Alkışlar, ıslıklar… Bıkmadık, usanmadık, aynı gösterilere daha sonraki günlerde yine devam ettik. Her seferinde ya gazetelerin manşetlerinde, ya da birinci sayfalarındaydık artık. Halkın bu tepkisinden çekinen Doğruyol Partisi projeyi uygulamaktan vaz geçti, Yıldırım Belediyesi de imar izni veremedi. Çünkü o vakitler muhalefetiyle, iktidarıyla hala siyasi partiler adam gibi parti, siyasetçiler de adam gibi siyasetçiydi. Kimse öyle kendi kafasına göre “Toki moki” diyerek kent cinayeti işleyemezdi. “Başardık Memedalicim” dedi davudi sesiyle Selahattin abi (Kaplanbaşoğlu), “başardık güzel abiciğim, başardık” dedim muştulu haberi alınca. Ve bunu kutlamak üzere DSP Yıldırım İlçe Yönetim Kurulu Üyeleri olarak o akşam Kültürpark’taki  Dörtler Restoran’a hep birlikte yemeğe gitmiştik. Sonra ne mi oldu? Yapılan ilk seçimde Umurbey Mahallesi’ndeki oylarımız birkaç misli arttı. Ardından Koç Holding, içindeki fabrika binasıyla birlikte o muhteşem araziyi İpeker’lerden satın alıp Bursa’ya “Tofaş Anadolu Arabaları” isimli bir müze kazandırdı. Yeşillikler içinde çok da güzel bir kafeteryası vardır. Eğer biz o günlerde gerekli müdahaleyi yapıp, haklı davamızda da sonuna kadar direnmeseydik eğer,  bu gün orada ucube bir beton yığını olacaktı. Nereden aklıma geldi bu mevzu biliyor musunuz? Önceki gün akşam Facebook’ta sayfama işte bu müzede 12 Kasım, 19 Şubat tarihleri arasında Zeki Müren’in yüzlerce fotoğrafından oluşan “İşte Benim Zeki Müren” isimli bir sergi açıldığına dair bir resim düşünce anılarım tazelendi birden. Meslektaşım Can Ertan’ın, Zeki Müren’den bahsederken “Zekimiz” demesini çok severim. Her yönüyle evrensel bir sanatçı olan Zeki Müren, Bursa’nın gururu, öz evladıdır. Türk Sanat müziği bir insanla bu kadar güzel özdeşleşmiş, bu kadar güzel yakışmışlardır birbirlerine. Ben Can’ı da alırım, hadi gelin hep birlikte hem Anadolu arabalarını görüp, Zekimiz’in yaşamındaki o son derece renkli kareleri tekrar izleyelim mi ne dersiniz?          

Diğer Haberler