Ole ölünce karısı Lena, yerel bir gazeteye ölüm ilanı vermek için uğrar.
Görevli, başsağlığı diledikten sonra “ilana Ole hakkında ne yazılmasını istediğini” sorar?
Lena “Sadece, ‘Ole Öldü’ diye yazın” der.
Adam şaşırır!
“Bu kadar mı “ diye yanıtlar, “Ole hakkında söylemek isteyeceğiniz başka şeyler vardır muhakkak? Tam 50 yıl birlikte yaşadınız, çocuklarınız ve torunlarınız var. Ayrıca masrafı dert ediyorsanız eğer, meraklanmayın söyleyeyim; İlk dört sözcükten para almıyoruz zaten”
“Peki” der Lena.
“Şöyle yazın o zaman:
Ole Öldü, satılık tekne”.
İşte, yaşam ve ölümün iki yanı da aslında bu kadar keskin ve nettir sevgili okurlar.
Bursaspor Kulüp Başkanı İbrahim Yazıcı Öldü.
Gerçekte gazetelere verilen boy boy ilanların özü şu:
“Başkan Öldü, Yenisi Aranıyor”!
İbrahim Yazıcı’nın cenazesi daha Emirsultan Mezarlığı’nın pamuk gibi yumuşak toprağının altına konulmadan saatler önce konuşulmaya, tartışılmaya başlandı bu konu:
“Başkan Öldü, yenisi kim olacak”?
Ee kolay değil tabii, her yıl trilyonlarca liranın döndüğü, harman olduğu bir yer Bursaspor.
Medya önünde Yazıcıyı övme, yere göğe sığdıramama saatleri de çoktan geçti.
Şimdi artık Bursaspor’un 65-70 trilyonu bulan borcu, şampiyonluktan gelen paraların nerelere harcandığı, yapılan transferler ve bu transferlere ödenen paralar tartışılıyor agora köşelerinde.
Durumu yine fıkrayla betimleyelim:
Stanley Goldfarb ölür ve akrabalarıyla cemaat geceleyin dua ve yas için toplanırlar.
Cemaatin mevta için bir takım hoş sözler söyleme zamanı gelip çatar.
Ancak gelin görün ki kimse yerinden kalkmamaktadır.
Dakikalarca bekledikten sonra haham cemaate kızarak, “Goldfarb anısına söyleyecek iyi bir şeyler bulmanın herkesin dini görevi olduğunu” hatırlatır.
Biraz daha sessizliğin ardından arkalardan bir ihtiyar kalkar ve “Stanley için şunu söyleyeceğim” der:
“Kardeşi Moris, ondan daha beter adamdı”!
Evet…
Bursaspor’da parayı kimin koordine edeceği, musluğun başında kimlerin olacağı sorusunu yanıtlamak için herkesin sözünü dinleyeceği akil adam olmak gerekiyor.
Öyle görünüyor ki şu anda bu akil adam Cavit Çağlar’dan başkası değil.
İki seçenek var Çağlar için.
Ya çıkıp kendisi aday olacak ya da birini işaret edecek.
Kendisinin aday olması Bursaspor için harika bir durum olur çünkü, Çağlar başarılı ve hırslı bir insandır.
Ve biraz şansla ama asıl Nejat Biyediç döneminde oluşturulan altyapının kaymağı yenilerek İbrahim Yazıcı’nın döneminde ulaşılan şampiyonluk kupasını yeniden almak için koyar hedefi aday olduğu vakit.
Kolay mı?
Değil elbette ancak inanç, para, yetenek ve tecrübenin bir araya gelmesiyle imkansız da değil.
Edindiğim bilgilere göre şu düşünce ağır basıyormuş Cavit Çağlar'da:
“Şampiyonluğu yeniden yakalayamazsam beni çok yıpratırlar. Bu saatten sonra kendim soyunmak yerine uygun gördüğüm birini giyindireyim daha iyi”!
Evet, bu insanoğlu öyle zindan eder ki hayatı birilerine bazen, ölümden beteriyle karşılaşır, cehennemi yaşarsınız.
Tabii bunun tam tersini, Cenneti yaşatanlar da var!
İşte, Fred’le, Clyd yıllar yılı ölümden sonrası hakkında konuşup durmuşlar, sonunda şuna karar vermişlerdi:
Kim önce ölürse diğerine Cennetin neye benzediğini anlatmak için mutlaka ulaşmaya çalışacaktı.
İlk önce Fred ölür.
Aradan bir yıl kadar zaman geçer.
Derken bir gün telefon çalar ve Clyde telefonu açar.
İnanılmayacak gibi bir durum ama telefonun öbür ucundaki Fred’ten başkası değildir.
“Gerçekten sen misin” diye sorar Clyde heyecenla?
-Evet Clyde benim.
“Sesini duymak ne güzel, unuttun sanmıştım. Ee söylesene nasıl oraları”?
-Valla inanamayacaksın Clyde, kesinlikle muhteşem. Hayatında hiç görmediğin zenginlikteki topraklarda yetişen şahane sebzeler yiyiyoruz. Sabah kalkıyoruz, mükellef bir kahvaltının ardından öğleye dek çılgınlar gibi sevişiyoruz. Şahane bir öğlen yemeğinin ardından dağa bayıra gezmeye çıkıyor, oralarda yine sevişiyoruz. Sonra inanılmaz lezzette bir akşam yemeği yiyor, ardından uyku saati gelene dek yine sevişiyoruz.
“Aman tanrım, oh my God, oh my god” der Clyde kendini kaybetmiş bir halde, “Cennet söylenildiği gibi şahane bir yer demek ki”!
“Cennet mi “der Fred?
“Ne cenneti yahu? O hayattan göçünce ben Arizona’da bir tavşan olarak yeniden dünyaya geldim”!
Ne diyorduk?
“Bursaspor” diyorduk.
Faik Çelik “kesinlikle aday olmayacağını” net bir şekilde açıkladı ancak, kulislerde sürpriz bir isim dolaşıyor.
O kişi de İçişleri eski Bakanı Mehmet Gazioğlu’ndan başkası değil.
Aslında bundan kısa bir süre önce merhum İbrahim Yazıcı’nın eşi Ayşen hanım yakın çevresine diyor ki, “İbrahim kalp krizi geçirdi. İkinci bir kriz çok tehlikeli. Ben Bursaspor’daki görevini bırakması için ikna edemiyorum. Lütfen siz konuşun da Allah aşkına bıraksın”.
İşte bu esnada hem İbrahim Yazıcı’yı ikna, hem de Bursaspor’a saygın, dürüst, her kesimin itibar edebileceği bir başkan arama girişimleri başlıyor.
Yönetim şu anda olduğu gibi o vakit de kendi içinde kavgalı ve ikiye bölünmüş vaziyettedir.
Kulübün akil adamları “Mehmet Gazioğlu” ismini atarlar ortaya.
Hatta gidilip kendisiyle görüşülür de.
Gazioğlu her zamanki nezaket ve beyefendiliğiyle, “Biz Bursasporumuza hizmet etmeyi her zaman bir şeref sayarız. Ancak, Sayın Yazıcı o koltukta bulunduğu mühletçe bunu konuşmayı da kendimize zul addederiz” yanıtını verir gidenlere.
Zaten İbrahim Yazıcı da koltuğu bırakmaz.
Şimdi Gazioğlu’nun ismi kulislerde tekrar fırtına gibi yayılmaya başladı bile.
Ve bunu duyup da olumsuz görüş bildiren hiç kimse yok.
Herkes “Keşke gerçekleşse, çok iyi olur” demekte.
Bursalılar, Bursasporlular “o şampiyonluk anını” yeniden yaşamak, tekrar tekrar yaşamak istiyorlar.
Japonların 1998’de yaptığı “Yaşamdan Sonra” filmi ünlü Alman düşünür Nietzsche’nin “ebedi tefekkür” fikrine yepyeni ve şaşırtıcı ölçüde düşündürücü bir yorum getirdi, sevgili okurlar.
Filmde yeni ölmüş insanlar iç sıkıcı bir binaya alınıyor ve buradaki sosyal hizmet görevlileri bu ölmüşlere “en değer verdikleri anıyı seçmek için üç gün süreleri olduğunu” bildiriyorlardı.
Seçilecek an, “ölen kişinin ebediyen yaşayacağı tek şey” olacaktı!
Sonsuza dek o anı ama sadece o anı yaşamaya devam edecekti ölen kişi.
Geleceği etkileyecek kararın da böylesi yani!
Filmin kurgusu ilk anda Hollywood işi “yüksek konsept” çalışmalarını andırsa da bu senaryo yönetmen Hirokazu Koreeda’nın beyniyle “yaşamın anlamı” üzerine derin bir araştırmaya dönüşüyordu.
Acaba tüm yaşamının en simgesel anısını mı seçmeli insan yoksa, en dramatiğini mi?
Ya da ne bileyim, en şiddetlisini mi?
Filmde yaşlı erkeklerin çoğu önce en ateşli cinsel deneyimlerini seçiyor ama biraz düşününce ebedi orgazmın bir takım nüanslardan yoksun olacağını fark ediyorlardı!
Bir genç kız da Disneyland’de geçirdiği bir günü yeniden yaşamak istiyor ancak bir görevlinin “o gün aynı seçimi otuz kişinin daha yaptığını açıklaması üzerine fikrinden vazgeçiyordu.
Hayatta çok çekmiş orta yaşlı bir adam okulunun yaz tatiline girmesinden hemen önceki bir gün tramvayla giderken yüzünü okşayan meltemin verdiği tatlı hissi…
Yaşlı bir kadınsa kırmızı elbisesi üzerinde, ağabeyinin bir arkadaşıyla dans ettiği günü seçiyordu.
Filmde insanların yaptığı seçimler basit gibi görünse de, bu seçimlere uzanan düşünme süreçleri çok etkileyici ve başarılı bir şekilde işlenmişti.
Tamam…
Bursaspor’un şampiyon olduğu o geceyi ve ertesi günü tekrar yaşamak istediğinizi biliyorum.
Onu saymazsak eğer, öldüğünüzde size de aynı teklifi yapsalar ve deseler ki, “Seç aralarından birini… Sonsuza dek hep aynısını yaşayacaksın”?
Ne dersiniz?
Nerede, ne zaman, hangi an, kimle, kimlerle birlikte olmak isterdiniz hiç düşündünüz mü?
Hadi bi düşünün bakalım, neler çıkacak?
DİP NOT: Bu yazıyı kaleme alırken Thomas Cathcart ve Daniel Klein’in kaleme aldığı “Nietzsche Öldü! Bir Hipopotam Olarak Yeniden Doğdu” isimli kitaptan yararlanıp, esinlendim. Yaşamı ve ölümü felsefe ve espriyle anlatmaya çalışan çok hoş bir çalışma. Ama ondan daha da hoşu insanın fotoğraf sanatçısı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen ve kitap armağan etmeyi çok seven harika bir dostunun olması. Bir kez daha teşekkürler…