Kurtuluş Savaşı sırasında Türk Ordusu’ndaki askerlerin yarısına yakınının kaçtığını, üstelik de kendilerine verilen tüfekleri de beraberlerinde götürdüklerini biliyor musun?
Peki ya bugün pek çok ofisi süsleyen, bir uçağın önünde poz vermiş yamalı kıyafetler taşıyan partal iki askerin aslında kahraman değil, birer asker kaçağı vatan haini olduklarını?
Hala duvarınızda duruyorsa o fotoğraf, atın onu hemen, derhal, çabucak atın çöp kutusuna çünkü, Çanakkale, Dumlupınar, Afrika, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve dahi Arabistan, Yemen’de şehit düşen askerlerimizin kemikleri sızlıyor düşmana sığınmış o iki partal korkak asker “kahraman” diye anıldığında!
Peki, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya “Mustafa Kemal’in Kağnısı” isimli şiiri yazdıran ve “Yediyordu Elif kağnısını, kara geceden geceden. Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu, uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar, inliyordu dağın ardı, yasla, her bir heceden heceden” dedirten Elif bacının, İnebolu’dan yüklediği top mermilerini Ankara’ya taşırken bunu memleket sevdası uğruna değil, sadece para için yaptığını biliyor musun?
Ah be gülüm, sordurmadan, sorgulatmadan, bir halisünasyon, bir ilizyon ortamında yaşatıyorlar bizi bu ülkede!
Bir resmi gerçek var, bir de hiç anlatılmayan asıl gerçek var şu dünyada!
20’nci yüzyılın en büyük savaşlarının ilki olan Çanakkale’de Osmanlı’nın iki büyük zaferi var.
Biri 19 Şubat 1915’te başlayıp 18 Mart’ta elde edilen deniz zaferi ki, mesela burada Kaymakam, yani o sıra “yarbay” rütbesini taşıyan Mustafa Kemal hiç yoktur; diğeriyse 25 Nisan 1915’te başlayıp 8 Ocak 1916’da biten Çanakkale Kara Savaşları.
Ha bu arada, gerçeği, sadece gerçekleri okumak istiyorsaneğer yazınınbundan sonraki kısmına devam et, yok, “ben kendi sanal dünyamda çok mutluyum”dersen Matrix filmindeki kırmızı elbiseli kızı düşleyen adam gibi, hadi sana güle güle!
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir” mısraları Necmettin Halil Onan tarafından, aslında Kurtuluş Savaşı için yazılmış olmasına rağmen, Çanakkale Savaşı’yla özdeşleştirilmiş ve Gelibolu sırtlarına yazılmıştır mesela.
Onca insanın ölüp gittiği Çanakkale öyle “bir devrin battığı yer” filan değildir; nitekim çok değil sadece 2 yıl sonra soğuk bir kasım ayında tam 55 parçadan oluşan işgal kuvvetleri ellerini kollarını sallaya sallaya İstanbul’a gelecekler ve İngilizler’e ait HMS Queen Elizabeth savaş gemisi de Karaköy Limanı’na demirleyecektir.
Tam 465 yıllık bu kadim başkent Türkler’in eline geçtiğinden bu yana ilk kez işgal ediliyordu; gerçi daha önce Ruslar Yeşilköy’e kadar gelebilmişler ve pek çok taviz ve toprak verilerek Ayastefanos Anlaşması’yla zar zor defedilmişlerdi ama böylesi bir esaret ilk kez yaşanıyordu.
Tarih boyunca 3 gemiye İngiltere kraliçesinin adı verilmiştir; ilki sözünü ettiğim İstanbul’a gelince Karaköy önlerine demirleyen Queen Elizabeth savaş gemisidir ve 1948 yılında ıskartaya çıkarılmıştır.
İkincisi hiç imal edilememiş, üçüncüsü de yapımı hala devam eden dev bir uçak gemisidir.
İngiltere kraliçesi 2’nci Elizabeth son Türkiye ziyaretinde Atatürk Havaalanı’na indiğinde 194 metre uzunluğundaki bir diğer İngiliz uçak gemisi “HMS İllustrious”, çoktan “Queen Elizabeth’in” 90 yıl önce yanaştığı aynı yere demir atmıştı bile!
Üstelik de Türkiye karasularına girdiği halde nezaketen de olsa Türk bayrağı asılmamıştı bu dev gemiye.
Konuk kraliçe, eşi Edinburg Dükü Prens Phliip’le aynı gemide bir resepsiyon verecek, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de eşi Hayrünisa Hanım’la birlikte onun ayağına kadar giderek bu davete icabet edecekti!
HMS İllustrious’un üzerinde 1 milyondan fazla Iraklının kanı vardı!
Davete, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Egemen Bağış, Milletvekili Cüneyd Zapsu’yla, bazı işadamları ve medya mensupları da katıldı; dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’sa yoktu o gece orada.
İngilizler’in, Türk Ordusu sadece Anadolu yakasını ele geçirmişken yani, itilaf kuvvetlerine ait dev donanmayla İstanbul’un batı yakasını rahatlıkla ellerinde tutabileceklerken, yanlarına Padişah Vahdettin’i de alıp gitmelerinin nedenini resmi tarih bize açıklayamıyor; bu enteresan durum hiç görmezden geliniyor.
Oysa doğal bir sınır kabul edilebilecek boğazın öte yakası rahatlıkla Yunanistan ya da Bulgaristan’a verilebilirdi; tıpkı Edirne’den ötesinin verildiği gibi üstelik!
Gayrı resmi tarihse, “Ankara hükümetiyle İngiltere arasında halka asla açıklanmayan, ancak uluslararası jargonda bilinen çok gizli bir anlaşma yapıldığını, buna göre yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin bundan sonra İngiltere egemenliğine gireceğini, ona tabii olacağını, İngiliz çıkarlarının hilafında asla hareket edilemeyeceğini, bu gün İngiltere’nin Türkiye üzerindeki bazı haklarını Amerika’ya devretmekle beraber, hala ülkenin hamisi konumunda bulunduğunu” söyler!
Yaklaşık 10 milyondan fazla insanın katledildiği birinci dünya savaşı aynen ikincisi gibi emperyalist bir paylaşımdan başka bir şey değildir.
Osmanlı ordusu 325 bin kişiden fazla kayıp verdi bu mücadelede.
Mesela Çanakkale Savaşı’ndaki kaybımız öyle abartıldığı gibi 250 bin kişi filan değildir; Genelkurmay’ın verilerine göre yaklaşık 20 bini hastalıktan olmak üzere 57 bin şehit, yaklaşık 100 bin de yaralımız vardı mücadelenin sonunda.
Bu verilere göre kayıtlı net rakamlar şöyleydi:
“57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7084 hava değişimi, 20.297 hastalık sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere toplam 207.696 zayiat.”
Askeri terimle “zayiat” sözcüğü sanki hepsi ölmüş gibi yansıtılıyor topluma.
Hiç unutmam, Braveheart (Cesur Yürek) filminde İskoçyalılara karşı savaşan İngiliz kralı Uzun Bacak yanındaki komutana ordunun ön safına yerleştirilen“İrlandalılar’ın saldırması” talimatını verir.
“Ama efendim” der komutan, “Düşman ok menzilinde, önce okları göndersek”?
Cevap verir kral:
“Ok parayla, oysa İrlandalılar bedava!..”
Pek bilinmez, Çanakkale Savaşı sırasında düşman ordusunun içinde çok sayıda Asyalı ya da Afrikalı Müslüman asker de vardı.
Bir çoğunun cesedinde, üzerindeki kıyafetlerinin içinde Kur’an bulunmuştur.
Hep yabancı askerleri kullanmıştır emperyalist devletler, “Nato’ya gireceğiz” diye Kore’ye yollanan Mehmetçiğin durumu da aynıdır!
Napolyon tarih için, “üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar silsilesidir” der!..
Çanakkale Zaferi’nin Mustafa Kemal’in komutasıyla kazanıldığı algısı tam bir yanılsamadan ibarettir; ülkeyi yönetenlerin büyük yalanlarından biridir bu!
Çanakkale muharebelerinden bahseden bugünkü propaganda metinlerinde sıklıkla rastladığımız çarpıtmaların bir bölümü de Mustafa Kemal’le ilgili olanlardır.
Bu yazıların anlatısına kapılacak olursanız, “Çanakkale muharebelerinin komutanının Mustafa Kemal olduğunu” sanabilirsiniz!
Oysa Çanakkale’de kurulan 5’nci Ordu’nun komutanlığını Alman Mareşal Liman VonSanders yapmıştır.
Savaşa katılan 500 Alman askerinin 150’si kurmay heyetindendir ve Türk Ordusu’nun asıl komutanları onlardır.
Savaş sırasında en önemli komuta kademelerinde genelde bu Alman subaylar bulunmaktaydı.
Mustafa Kemal’se sonradan yarbay rütbesi ile katıldığı bu cephenin ikinci derecede önemli olan onlarca kurmayından sadece birisidir.
Tümeninin gösterdiği askeri başarılar sayesinde kendi ölçeğinde dikkat çekmiş ve rütbesi yükseltilmiştir.
Ancak savaşlar sırasında anlatıldığı gibi bir pozisyonu asla olmamıştır.
Anafartalar’daki muharebeden bir süre sonra rapor alarak cepheden ayrılmıştır zaten.
Savaş daha sonra aylarca devam etmiştir.
Toplar Alman toplarıdır, mermileri, mayınlar Almanya üretimidir!
Hem o sıra Osmanlı’da toplu iğne yapacak sanayi bile yoktu!
Gerçekte ne Mustafa Kemal’in bir zaferiydi Çanakkale ne de boğaz geçilemediğinden itilaf devletleri Rusya’da Çar’ın yanına yardıma gidemedikleri için Bolşevik devrimine yol açmıştı.
İstanbul ve Anadolu’nun işgal edilmesini 2 yıl kadar geciktirmişti işte o kadar.
Ha! Anafartalar’daki dirayetli kumandasıyla Mustafa Kemal’in adının duyulmasına vesile olmuş, orada ünlenen genç yarbay terfi ettirilmiş, daha sonra Vahdettin tarafından direnişi örgütlemesi için Anadolu’ya gönderilmiştir ama dediğim gibi, Çanakkale Savaşının büyük bölümünde hiç yoktur kendisi.
Ayrıca, “Gavurlar biz masum Müslüman Türkler’e durup dururken saldırdılar, biz de vatanımızı koruduk” gibi açıklamalar da uyduruk birer hikayeden ibarettir!
Osmanlı İmparatorluğu da Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla birlikte hem öncesinde kaybettiği toprakları geri almak, hem de ekonomik ve siyasal olarak daha güçlü bir pozisyon elde etmek için 1’nci Dünya Savaşı’na üstelik de büyük bir hevesle girmiştir.
“Osmanlı’nın büyük dünya savaşına hırslarına esir düşmüş birkaç ittihatçının hatası sonucu girdiği” iddiası da yalandır yani!
Dönemin egemenlerinin pay kapma hırsıyla girilmiştir ve üstelik de İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın savaşa dahil olmaması için yürüttükleri yoğun diplomatik çabalara rağmen gerçekleşmiştir bu durum.
Tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi Kafkasya, Sina ve Filistin, Irak, Hicaz-Yemen, İran, Galiçya ve Balkan cephelerinde de, İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı, ittifak halinde olduğu Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla birlikte kendi emperyal amaçları için savaşmıştır Osmanlı.
Üstelik sadece masum savunma pozisyonunda da değildik, önce Karadeniz’deki Rus limanlarının bombalanması, ardından Sarıkamış Harekâtı ve Mısır’da “Birinci Kanal Harekâtı” gibi saldırgan ama başarısız denemelerle başlamıştı süreç.
Gücü kalmayınca da savunmaya geçmesi farz oldu tabii devletin.
Bir de şu “Çanakkale’de Türk askerinin yanında kırklar, yediler, üçler de savaştı, evliyalar da cenk etti” uydurması var ki, diğer cephelerde gerçekleşen onca yenilgi ve hezimet sırasında ortaya çıkmayan ermişler o vakitler nerelerdeydiler merak ediyorum doğrusu?!.
Peki, neden Mustafa Kemal’e mal edilir Çanakkale Savaşı?
Çünkü ülkeyi yönetenler, “Ulus-devlet ideolojisinin” üzerinde yükseleceği, ulusun birliğinin delili olan “Yedi düvele karşı verilmiş topyekün bir mücadele efsanesine” ve bunu yürüten bir “Kurucu, kurtarıcı baba” figüründen oluşan mitlere ihtiyaç duyarlar da ondan!
Bilmem, askerin büyük bir kısmının kaçtığını hatırlatmama gerek var mı?!.
Öte yandan dünyanın pek çok bölgesinde yürütülen savaşlarda da ortaya çıkan bazı tablolar Çanakkale muharebelerinde de yaşanmıştır.
Birbirine 8-10 metre yakınlıktaki siperlerde günlerce, hatta aylarca yan yana yaşayan askerler, soyut bir düşmanla değil, kendileriyle aynı kaderi paylaşan gerçek insanlarla savaştıklarının farkına varmışlardır en sonunda!
Nitekim kendi siperinden yanlışlıkla düşman siperine geçen birini usulca geri döndürmek, savaşırken birbirlerine el sallamak, ıskalamalarda ıslıklamak, birbirlerine yiyecek, sigara atmalar, bayram, Noel kutlamaları, futbol maçları yapmalar, düşman yaralılarını tedavi etmek, ölüleri birlikte gömmek bu savaşın da olağan sahnelerindendir.
Emperyalist savaşın zorbalığını, haksızlığını ve gariban insanlar nezdinde karşılık bulmayan yanını gittikçe kavramaya başlayan askerlerin gösterdikleri türden davranışlar Çanakkale’de de yaşanmıştır fazlasıyla:
“… karşımızdaki Türk siperlerinden silahın ucuna takılmış beyaz bir mendil yukarı kaldırılarak sallandı. Her taraf sessizliğe gömülmüştü. Her iki tarafın da askerleri silahlarını doğrultmuş, dikkatle mendili takip ediyorlardı. Siperin içinden iri yapılı bir er çıktı. Ucuna mendil bağladığı silahını yere attı. İki kolunu açtı. Sonra kendine güvenen tavırlarıyla yavaş yavaş yaralı yüzbaşımıza doğru yürümeye başladı. Karşı tarafla, çevresiyle, hiçkimseyle ilgilenmiyor, herkes donmuş kalmış, cesur Türk askerini hayranlıkla seyrediyordu. Şaşkınlıktan kurtulan İngiliz askerleri ona nişan almaya çalışıyorlardı. O ise hiçbir şeye aldırmadan yüzbaşının yanına geldi. Nazik ve yumuşak hareketlerle yaralının kıyafetini düzeltti. Onu yerden kaldırdı. Omuzlayarak yavaş yavaş bizim siperlere doğru yöneldi. Siperlerimizin hemen önüne yüzbaşıyı nazikçe yatırdı. Sonra arkasını döndü. Yine kendinden emin adımlarla siperlerine doğru yürüdü. Hepimiz donmuştuk. Hayrete düşmüştük. Sonradan her iki tarafın siperlerinden alkışlar ve ıslıklar yükseldi.”
Tüm savaşlarda olan her zaman gariban halka olur.
Mesela Çanakkale Savaşı’ndan çok önce 1914 yılının Aralık ayında, Sarıkamış’ta Rus ordusunu gafil avlamak isteyen Enver Paşa, Genelkurmay’ın kaynaklarına göre tam 60 bin zayiat verilmesine yol açacak bir harekata girişmiştir.
Ölen askerlerin çok büyük çoğunluğu soğuk hava koşulları yüzünden donarak yaşamını yitirmiş, büyük bir trajedi yaşanmıştırAllahu Ekber Dağları’nda.
Askeri açıdan muazzam bir öngörüsüzlüğün bedelini her zaman olduğu gibi yurdum insanı ödemiştir, orada yaşanan insanlık dramını yazar kitaplar.
Enver ve o sıra ülkeye egemen kesimse hesap vermek şöyle dursun, Sarıkamış hakkında herhangi bir yayının bile yapılmasını bile engelleyerek uzun yıllar boyunca halkın olan biteni öğrenmesine mani olmuşlardır.
19 Şubat 1915 tarihinde düşman donanması Çanakkale Boğazı’na hücum etmeye başlamış, girişi de ele geçirmişlerdi.
Donanma Komutanı Amiral Carden İngiltere’ye çektiği telgrafa“14 gün sonra İstanbul’da olacağız” diye yazmıştı o gün.
İttihatçılarsa bu büyük güç karşısında“savunmamızın dayanamayacağına”inanmışlar başkent İstanbul’un boşaltılarak Eskişehir ve Konya’ya nakledilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasına karar vermişlerdi.
Bu illerde padişahın meclisin ve bakanların yerleşeceği binalarbile ayarlanmış, içleri de döşenmişti.
Anadolu’ya geçme planları hazırdı ama ortada bir sorun vardı.
İttihatçıların tahttan indirdikleri sabık sultan II. Abdulhamid Beylerbeyi Sarayı’nda zorunlu ikamete mecbur bırakılmıştı ve elbette onu da alıp götürmek gerekiyordu.
Eğer İstanbul’da bırakılırsa işgal güçleri onu ileride padişaha karşı koz olarak kullanabilirdi.
Fakat 33 sene memleketi idare etmiş dirayetli bir Sultan’a bunu kim anlatacak, kim nasıl ikna edecekti.
Uzun tartışmalardan sonra Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın başkanlığındakibir heyetle Beylerbeyine gidilerek durumun anlatılması kararı verildi.
Gittiler, Paşa durumun nezaketini izah etti önce.
Devrik Sultan, Talat Paşa sözünü bitirince şunları söyledi:
“Şevketli biraderimin hak-i paki şahanelerine arz-ı ubudiyet ederim.
Endişeleri gayri varittir.
Eğer dokunulmamışsa, Çanakkale’yi ben zamanında fevkalade tahkim etmiştim.
Oradan hiçbir donanmanın geçmesi kabil değildir.
Amma farzı muhal olarak öyle bir felaket başa geldiği takdirde Hakan’ın yapacağı şey tacını tebaasını terk ile kaçma zilletini işlemek değil, eyvanı payitahtının taşları altında canını feda etmektir.
Hazreti Fatih bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp harp ede ede yıkılan kalelerinin altında can vermek kahramanlığını göstermiştir.
Biz Fatih’in soyu, Konstantin’den geri kalmayız.
Zat-ı şahaneye böylece arz edin müsterih olsunlar ve ezeli iradeye boyun eğsinler.
Şuradan şuraya kımıldamasınlar.
Düşman buraya giremez.
Bana gelince ben artık bir yere gitmem.
Yegane arzum burada ölmektir.
Biraderimden ve hükümet-i seniyyeden bu arzuma yardımcı olmalarını dilerim.”
Ardından da herhangi bir karşılık verilmesine fırsat bırakmayarak kalkıp odadan çıkar ve görüşmeyi orada bitirir Sultan Abdulhamid!
Eski padişahın bu tavrından önce Çanakkale Boğazı’nın geçileceğini düşünen maceracı İttihat ve Terakki iktidarı üyelerialdıkları yanıtın ardından tüm güçle boğazı savunmaya karar verecekler ve ardından da büyük zafer gelecektir.
Çanakkale’nin çok önemli gizli kahramanlarından biri de Sultan Abdülhamid’tir, savaş öncesinde büyük bir öngörüyle boğazın iki yakasına birden yaptırdığı dev tabyalar olmasaydı eğer, düşman donanması rahatlıkla ilerleyebilecekti İstanbul’a doğru, hakkını teslim etmek gerek.