“Cansız hayalim sizlere yadigâr olsun” diye yazılırdı eskiden fotoğrafların arkasına.
Çok kıymetliydi fotoğraflar o yıllarda.
Gurbetteki yavuklunun suretlerine defalarca bakılıp hasret giderilirdi.
Bir ucu yakılan mektuplarla birlikte aynı zarfta gelirdi resimler.
Öpülür, koklanır, göğüslere bastırılırlardı.
Bursa’nın Keles kazasında doğup büyüyenlerin iki şansı var…
Birincisi, son dönemlerde yöreyi, doğasını, insanları fotoğraflayan Nuri Yıldırım…
İkincisi de ilçenin ilk profesyonel fotoğrafçısı rahmetli Süleyman Yıldız.
Hayata geldiğim andan itibaren tüm fotoğraflarımı Süleyman dayıya borçluyum.
Nur içinde yatsın, Süleyman Yıldız olmasaydı tümü rahmetli olan Ethem dedemi, babaannemi, Zehra Halamı, Havva teyzemi, Hüseyin amcamı, babamı o halleriyle nasıl görebilecektim?
Fotoğrafların bir anlamı kalmadı artık.
Karta bastırılıp gelecek nesillere aktarmak yerine günü birlik çekilip, sosyal medyada da paylaşıldıktan sonra silinip atılıyor pek çoğu.
Şu benim henüz çocukken, Keles 1’nci Murat İlköğretim Okulu Müdürü merhum Recep Bodur’un isteğiyle “mehter başı” olduğum bayram yürüyüşünde hemen arkamda duran rahmetli Sami İlman’ın bu cansız hayalini bir daha kim geri getirebilir ki?
Muhtemelen kardeşi Abdullah İlman’da yoktur bu görüntü.
Güzel adamdı Keles’in ilk avukatı Hasip dayım.
Gün olur anlatırım hikayelerini, tam 8 sene baktı yatalak anasına.
Anasının da onu tek başına dul bir kadın olarak büyütüp okutması ayrı bir efsanedir aynı zamanda.
Alın size sürpriz bir fotoğraf daha…
İnci’de de yoktur bu görüntü.
Hasip dayım, Kafkas Pastanelerinin ortaklarından kızı İnci İnhal’le birlikte Heykel’de yürüyor.
Fotoğrafçılık olmasaydı sevgili Halide Yukay’ın Tahtakale’de çektiği babamın son görüntüsünü nasıl kazıyabilirdim belleğime?
Peki ya Şermin hanımın “dadından yinmeyen” şu cansız hayaline ne demeli?
Alın size 1977 senesinden bir kare:
Kıbrıs’ta Lefke bölge komutanı Yavuz dayım (Ekmekçi), Rum’lara karşı bir harekat peşinde.
Kamil Market’in sahibi, Keles’in en çalışkan esnafı Kamil’in, kayınpederi Niyazi abinin şu fotoğrafından kesinlikle haberi yoktur; önündeki kısa pantolonlu da tabii ki ben.
“Dünyanın en tatlı, en güzel şeyi nedir” deseniz hiç tereddütsüz “kızım” yanıtını veririm.
Bundan yıllar önce Dolmabahçe Sarayı’nın avlusunda çektiğim bu görüntü de dünyanın en güzel fotoğraflarından biri bence:
Dünyanın en güzel öğretmeni, ilkokulda bizi 2 sene okutan Nezahat öğretmendi…
En güzel yıllardı o sıralar.
Masasındaki Remington daktilosu, dolaplarında kalın kalın hukuk kitapları, üzerine mazot sürülüp talaş dökülmüş ahşap zemini, kuyruklu saç sobasıyla anılarımdan hiç silinmeyen yazıhanesinin önünde sigarasını tüttüren İsmail dedemin (Ekmekçi) şu cansız hayalini bir daha nerede bulabilirdim ki bu fotoğraf olmasa?
Çok ince ve zariftir Türk’ün giyim sanatı.
Hep hayıflanırım o güzelim kaftanlardan, cepkenlerden, göyneklerden, mintanlardan sonra tek tip kıyafetlere mahkum edilmiş olmamıza.
Kelesli kadınların bir dönem kullandıkları bindallılardaki şu güzelliğe bakın hele.
Ayaktakilerden sağdan ikinci annem Mürüvvet Hanım, oturanlardan soldan birinci de amcam Tahir Yılmaz’ın eşi Münevver yengem olur:
İsmail dedemin çocuklarına bıraktığı, Keles’in Gölalanı denilen bölgesinde bir bahçe, içinde de ahşaptan minik bir kulübe var.
Hemen girişte sol tarafta bulunan sulama havuzunda balıklar oynaşır, kurbağalar öter.
Son zamanlarda özellikle hafta sonları yorgunluğumuzu, stresimizi orada atıyoruz.
“Oğul” demişti rahmetli anneannem sağlığında ağaç direğe asılı o minik çanı göstererek, “ben bu dünyadan ayrıldığımda ne zaman buraya gelirseniz buna dokunun, sesi duyduğumda hemen ben de gelirim”!..
Her gidişte çalıyorum o çanı.
Ve az sonra pamucak anneannemin cansız hayali beliriyor o ahşap kulübenin önünde.
Başımı okşuyor, göğsüne doğru yaslandığım sırada sırtımı kaşıyor o çilekeş bedeninin elleriyle.
Derin ama çok derin bir hüzün kaplıyor içimi yitirdiklerimi düşününce.
Ve iyi ki fotoğraf, fotoğraf sanatı var diyorum işte o zaman.