
Meslek yaşamım boyunca pek çok kez dava edildim, yargılandım ve sayısı çok az olmakla birlikte maddi tazminat cezalarına da çarptırıldım.
Bunların tümü benim için birer madalya ve gurur kaynağıdır; bilerek yalan hiç yazmadım, iftira hiç atmadım çünkü.
Bazı kişiler hakkında yaptığım ağır eleştiriler kimi hakimler tarafından “hakaret” olarak kabul edilince, “yargının karşısında boynum kıldan incedir” diye düşünerek, susup kabul ettim hep.
Yazı hayatım boyunca pek çok siyasetçi ya da bürokrat hapis cezası almam için savcılara şikayet etti beni, ya da doğrudan mahkeme başvurup manevi açıdan zarara uğradıklarını iddia ederek yaralarını sarabilmek için (!) “para” talep ettiler.
Şu ana dek toplam sadece “iki gazeteci” benden “para alabilmek için” başvurdu mahkemelere.
İkincisi YB isimli şahıstır.
Hakkımda 10 bin liralık tazminat davası açtı.
Davaya başlanmadan önce araya giren ortak bir tanıdığımızla “hiç olmazsa bin lira versin de davadan vazgeçeyim” şeklinde bir haber yollayınca “para odaklı” karakteri bir kez daha midemi bulandırdı ve “ona vazgeçmesi için bin lira vermek yerine, mahkeme kanalıyla gerekirse 100 bin lira ödemeye” karar verdim.
Eski eşiyle beraber aleyhimde şahitlik yapmak üzere Banu Demirağ’ı da getirmiş mahkemeye.
Duruşma sırasında eşinin “biz eskiden iyi arkadaştık, ne oldu da böyle oldu” şeklindeki serzenişine karşı üzülüp hemen oracıkta pek çok şeyi anlatıvermek geçti içimden ama yutkunup sustum; belki bir gün yeri ve zamanı gelir, kim bilir?
Yaşamım boyunca yaptığım pek çok iyilik cezasız kalmadı!
En zor zamanında Osmangazi Belediyesi’ne basın danışması olarak girmesini sağlayan benim Banu Demirağ’ın. Sağ olsun dönemin belediye başkanı Hilmi Şensoy kırmamış, bir tek sözümle hemen ertesi gün başlatmıştı işe onu.
Sonrasındaysa, birinci sırada şimdiki Baro Başkanı Ekrem Demiröz düşünülüyordu, Banu Demirağ’ın adı bile yokken ortada, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı’na genel sekreter yapılmasına yine bizzat ben vesile oldum.
Ne yalan söyleyeyim, Banu Demirağ’ı mahkemede karşımda görünce hiç de şaşırmadım doğrusu!
YB hakkında yazdığım yazıya dair Bursa basınından en itibarlı ki kardeşimin de “bu yazıda hakaret yok, olsa olsa sadece ağır eleştiri var” diye lehimde şahitlik etmesine rağmen hakim en sonunda 2 bin 500 lira ödemem gerektiğine karar verdi.
Ha! Bu arada YB’nin geç de olsa para sevdasını fark edip buna alet olduğunu anlayan Demirağ’ın, kadere bakın ki o vakit BKSTV’daki rakibi, şimdiyse Baro Başkanı olan Ekrem Demiröz’ü arayıp, “ben Mehmet Ali beye uyarı cezası filan verilecek sanıyordum, öyle demişlerdi. Şimdi bu ifademden nasıl vazgeçebilirim” diye akıl danıştığını, Demiröz’ün de kendisine “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye, biraz daha dedi kodu yapmak istiyorsan yine git bahçedeki iğdeye” yanıtını verdiğini öğrendim.
Ne demiştik Efesli filozof Herakleitos’tan aktararak dünkü yazımızda?
“İnsanın karakteri yazgısıdır!..”
Neyse, dosya Yargıtay’da.
Yerel mahkemenin kararının orada bozulacağını, dosyanın lehime sonuçlanacağını düşünüyorum.
İşte o zaman sizlere daha neler anlatacağım neler!
Beni mahkemeye veren ilk gazeteciyse Haber Gazetesi Yazarı Levent Gençelli’ydi.
Yazı ve haberleriyle Bursa’daki pek çok gazeteciden çok daha mert, daha yiğit bir adamdı Levent Gençelli. Biraz uyum sorunları vardı her halde. Pek kimse sokulmazdı etrafına. O vakte dek kendisine karşı en ufak bir nezaketsizliğim olmamasına rağmen beni de hiç sevmezdi ama YB’den nefret ettiğini iyi bilirdim. Sanırım biz o zaman YB’yle iyi arkadaş olduğumuz için beni de otomatik olarak kara listeye almıştı Levent Gençelli.
Olay gazetesinde yazıyorum ve manşetten süper haberler patlatıyorum o sıralar.
Bu Levent Gençelli aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nin de Bursa temsilciliğini yürütüyor. Gerdanını iki büklüm yapıp, sağa sola salınımlı paytak paytak bir yürüyüşü var ki, kendisini Uğur Mumcu’nun Bursa şubesi olarak görüyor o sıralar!
Aradan 2 gün geçince bir bakıyorum benim uğraşıp, emek sarf ederek yaptığım haberler üstelik de onun imzasıyla, hem de ön ya da arka sayfa manşetiyle Cumhuriyet Gazetesi’nde!
Olacak şey değil!
Bırak gazetecilik etiğinin bir gereği olarak ismimi geçirmeyi, hadi bırak çalıştığım Olay Gazetesi’nin adını, “Bursa’da yayın yapan bir yerel gazetede çıkan habere göre” dahi dese buradan İstanbul’a yolladığı metinde, yine sesim soluğum çıkmayacak.
Son olarak Hayrettin Karaca haberimi de görünce Cumhuriyet’in manşetinde daha fazla dayanamadım artık ve bir Olay’daki köşemin kupürü, bir Cumhuriyet’teki kupür olmak üzere toplam 3 haberin öncesini ve sonrasını yayınlayarak teşhir ettim onu; biraz da ağır yazdım hakkında.
Ömrünü erozyonla mücadele ve toprak kaybı konusunda insanları bilinçlendirmeye adayan TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca’nın vakfı ne yapıyordu biliyor musunuz?
Uludağ’ın çam ormanlarının dibinde on yıllar boyunca oluşan son derece kıymetli organik toprağı köylülere traktörlerle kazıtıp satın alarak, Yalova’daki arboretuma taşıtıyor, oradan da çeşitli bitkilerle birlikte saksılara koyup satıyordu!
Olacak şey değildi yani bu durum da.
Levent Gençelli’nin şansı, Ali Arabacı gibi iyi bir avukatının olmasıydı.
Mahkeme beni o zaman bir miktar tazminat ödemeye mahkum etti.
Tabii işin asıl etik yanı çok önemli ama meğerse bir haber yayınlandıktan 72 saat sonra artık kamuya mal oluyor, onu dileyen istediği gibi alıp, dilediği şekilde kullanabiliyormuş yasalara göre!
Ama tabi Olay Gazetesi adam gibi bir kurum olduğu için parayı benim yerime müessese ödedi.
Yıllar sonra bir yerde elimi uzattım, tutup sıkmadı Levent Gençelli!
Ne demişti Efesli filozof Herakleitos?
“İnsanın karakteri yazgısıdır!..”
Duyuyorum, Bursa’dan uzun zaman önce taşınmış, Ege taraflarında bir yere gidip yerleşmiş.
Biz bir vesileyle yazmasak, adını bile anımsamak isteyecek insan yok buralarda; belki de hiç olmadı kim bilir?
Oysa her zaman en ağır şekilde eleştirdiği kişiyle bile arasında bir küçük bir kapıcık da olsa bırakabilmeli insanoğlu. Dünya küçük, hem de bazen minicik çünkü!
Tazminat isteyenler epeyce oldu da gazetecilik yaşamımda, sadece “iki siyasetçi”, MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman ve CHP’li Bursa Milletvekili Sena Kaleli, Cumhuriyet Savcılığına başvurup “hapisle” cezalandırılmamı istediler benim.
Oysa bir siyasetçinin asla ve asla yapmaması gereken bir davranıştır bir gazeteciyi dava etmek. Gel, konuş, doğrusunu anlat, samimiyetle paylaş bildiklerini, duruşma salonuna değil, karşındaki insanın gönlüne gir!
Edepli bir dille yazılan her tekzibi mahkeme kararı alınmasına gerek kalmadan mutlaka yayınladım bu güne dek. Yanıt hakkıdır, kim saygı göstermez ki? Üstelik bizim de düzeltilmeye muhtaç yanlışlarımız oluyor çoğu zaman, insanız sonuçta.
Cumhuriyet savcıları her iki siyasetçinin de şikayetini haksız buldu ve yazılarımı basın özgürlüğü çerçevesinde değerlendirip hakkımda takipsizlik kararı verdi.
Kızıyordum özellikle Sena Kaleli’ye; bunu yaptığı için ben de tepki olarak eleştiri dozumu ağırlaştırdıkça ağırlaştırdım! Bilerek ve isteyerek ben de onu kırıp acıttım açıkçası.
Oysa geçen hafta yaşanan bir olayla Kaleli’ye karşı benden yana olan kırgınlık tamamen sona erdiği gibi aynı zamanda kalbimi de kazandı kendisi.
Ve dedim ki kendi kendime, “Bursa ne kadar küçük, ne kadar çok birbirleriyle temas edebiliyor insanlar!..”
Olaylar olayları, insanlar insanları kovalıyor bu gün nedense beynimde.
Yukarıda Ali abiden (Arabacı) bahsettim ya?
Geçen hafta bir gün, vakit gece yarısını çoktan geçmiş, arkadaşlarla dışarıda yemekteyiz.
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi acil servisinde bulunan bir dostumdan bir telefon:
“Kendisinin de henüz haberi yok. Ali Arabacı’nın bir akrabası iş kazası geçirdi. Planyada elinin parmakları koptu. Burada el cerrahisiyle ilgili bölümün başkanı Sena hanımın eşi, Profesör Tufan Kaleli’ymiş. Acilde uzman hiç bir doktor yok. Vaziyet kötü yani anlayacağın. Help, help, help!..”
Hemen Sena Kaleli’yi aradım. Daha “tık” der demez derhal açtı gece yarısı gelen telefonu:
“Buyurun Mehmet Ali bey?”
Durumu anlattım.
“Eşim Bursa’da değil, uçağı İstanbul’a inmek üzere ama siz telefonu kapatın şimdi ben bir temas kurmaya çalışayım.”
On dakika sonra tekrar bir telefon:
“Eşimle görüştüm. Acil servisi derhal aradı. Uzman doktor arkadaşlarını oraya yönlendirdi. Gereken neyse kendisi de yapacak, merak etmeyin.”
İşte budur!
Mesele insan sağlığı olunca kırgınlıkmış, dargınlıkmış içi boş şeyler bunlar.
Sena ve Tufan Kaleli’ye bir kez daha teşekkür ediyorum.
İnsan kendisine samimiyetle uzatılan eli tutup sıkacak arkadaş, ben onu öğrendim şu kısacık hayattan; darısı bu dersi henüz alamamış olanların başına.