Yazarlar

Dedem ve ben

post-img
Geçen gün eski fotoğraf albümlerini karıştırırken çıkıverdi karşıma, kendi elleriyle Remington marka daktilosunda araya kopya kağıdı koyarak isteyen eş dost için çoğalttığı o şiirin bir nüshası. Saklamayı, muhafaza etmeyi oldum olası severim. Yine sevindim iyi ki korumuşum diye. 23-10-1963 tarihinde yazılıp temize çekilmiş “Mehmet’e Öğüt” başlıklı şiir en büyük oğlu yani dayım Mehmet Ekmekçi’ye ithafen dedem İsmail Ekmekçi’nin o günkü duygularını yansıtıyor. Mehmet dayım henüz 15 yaşında ve daha sonra aynı yoldan geçecek iki küçük erkek kardeşi gibi subay olmak üzere Kuleli Askeri Lisesi’ne gidişiyle birlikte yuvadan tamamen uçmuş oluyor. Eskiler “Söz uçar yazı kalır” demişler. Uzun yıllar öncesinden bu güne ulaşan el kadar sararmış kağıt parçası beni alıp nerelere götürüyor. Çok enteresan sıra dışı bir adamdı, devrin diğer insanları gibi İsmail dedem. Öldüğünde, onu Keles’te defnettiğimiz mezarın başındaki toprak kütlesinin üzerinden dakikalarca ayrılamamıştım iki elim yüzümde hüngür hüngür  ağlayarak, Nilüfer teyzemin kocası eniştem Esat Sönmez koluma girerek zorla götürmüştü beni, bıraksalar saatlerce kalacaktım belki de. Bilmem çok sevip hep ona öykündüğüm dedemi kaybetmekten, bilmem artık onun gibilerinin bir daha yenileri gelmemek üzere yitip gidiyor olmasından kaynaklanıyordu derin üzüntüm. Keles’in tam ortasına bakan ancak henüz çocukken gözüme bir spor salonu kadar büyük görünen küçük bir yazıhanesi vardı. Zeminindeki tahta döşeme her kış gelişinden önce mazotlanır, üzerine incecik çam talaşı serpilirdi; serpilirdi ki ilçenin 38 parça köyünden haftanın yedi günü akın akın gelen ziyaretçilerin ayakkabılarına kader gibi yapışıp kalan çamur  talaşla kaynaşıp sonra daha kolay temizlenebilsin diye. Girişte sağdaki ceviz ağacından mamul dolabın yanındaki sandalyenin hemen dibine yerleştirilmiş üç ayaklı saç sobanın içindeki odunlar tutuşturulduğu vakit kor haline gelmesi bir dakikayı bulmazdı. Üzerinde Remington marka daktilosunun bulunduğu o kocaman yine cevizden mamül masif masasının üzerinde devrin değişmez gereçlerinden camdan iki gözlü bir mürekkeplik, onun yanında da o dönemler mürekkeple yazılan yazı ya da atılan imzaların başka bir yere bulaşıp dağılmadan hemen sabitlenebilmesi için altında pembe kurutma kağıtlarının bulunduğu beşik ayağı gibi yarım ay görünümünde başka bir gereç dururdu. O yıllarda Bursa’nın küçük, bir o kadar da unutulmuş yoksul ilçesi Keles’te hiç avukat yoktu. Bursa’daki hukukçuların hiç birinde de dedeminki kadar o kalın kalın yasa kitaplarından olduğunu sanmıyorum! Savunma insanıydı yani, avukat bulunmayan yörelerde onların işlevini gören “dava vekilliği” de yapardı İsmail dedem; mahkemelerde hak arayan vatandaşları savunurdu. Dediğim gibi Keles’in 38 parça köyünden kız kaçıran, adam yaralayan, komşusuyla ihtilafa düşen, miras meselesi olan, kocasından boşanmak isteyen ya da eziyet gören ne kadar insan varsa soluğu dedemin kim bilir o neler görüp geçirmiş küçük yazıhanesinde alır, derdine çare arardı.   [caption id="attachment_130392" align="aligncenter" width="480"] Keles'teki yazıhanesinin önü[/caption]   Sadece “dava vekilliği” mi? Yoo! Ortalıkta yolun, ustanın, çimentonun bulunmadığı, bu nedenle de laz müteahhitlerin zarar ederiz kaygısıyla dönüp de bakmadığı yokluklar ve yoksunluklar içindeki Keles’in hemen hemen tüm köylerinin okul ve köprülerini de o yapmış, Bursa’daki YSE ya da Bayındırlık müdürlüğünde kimselerin talip olmadığı işleri tek başına üstlenerek. Öldüğünde hemen hiç parası yoktu. Bursa’da eski bir Osmanlı evi ve Keles’te atadan kalma avlu içindeki artık köhnemiş bir ev, hepsi o kadar. Terzilik de yapmış bir dönem. Bir takım elbiseyi hakkıyla kesip, biçip dikecek kadar ustaymış hem de. Eskiyen takım elbiselerini ters yüz edip yenilediğini, daha sonra yıllarca kullanmaya devam ettiğini anlatırdı rahmetli anneannem. Bursa-Keles arasında otobüs işletmeciliği de yapmışlar babamla birlikte. Kil topraktan çok iyi küp, küpecik, desti ve kap kacak yaptığını anlatırlardı eskiler. Yine uzun yıllar önce bir ara kırmış kafasını, Üsküdar Belediyesi’nin açtığı ihaleyi kazanarak İstanbul’a yerleşip, bölgedeki kilden yapılıp pişirilen su borularının imalatını gerçekleştirmiş oralarda. Keles’in ilk oteli dedemindi. Hikayesi sayfalar alır, Keles’in ilk sinemasını da yine babamla birlikte o açtı. Rakısını içer, beş vakit de namazını da kılardı. En iyi arkadaşlarından biri Bursa’nın eski avukatlarından eski İşçi Partili merhum Şükrü Akmansoy’du mesela. Şükrü amca arada bir Bursa’dan yanına balık da alarak Keles’e gelir, nur içinde yatsın anneannemin kendi elleriyle (Halime Ekmekçi) pişirip yanında yeşil salatayla birlikte servis ettiği istavritlerin yanında mutlaka etrafa yayılan davetkar o mis gibi anason kokusuyla kristal camdan kadehlerin içinde kulüp rakısı da olurdu. Üstelik de 1950 ve 60’lı yıllarda Keles’in ilk ve tek gazetesi “Keles’in Sesi’ni” çıkardı dedem!.. O da yetmedi yanına bir de kurşun harflerin kullanıldığı bir de “matbaa” kurdu, o matbaanın adını da “Gutenberg” koydu iyi mi? Çocukluğum, yazıhanesinin hemen arkasındaki matbaanın merdaneleri ve dedemin daktilosu arasında geçti benim. İnsan böyle bir “ataya” sahip olmakla gurur duymaz mı hiç? Bursa’nın tanınmış simalarından “Malafa Salih” lakaplı rahmetli Salih Bilen her ortamda her karşılaşmamızda yanındaki insanlara dönerek, “Bana hayatımdaki ilk oğlak kebabını bunun dedesi ikram etti” derdi. İkram etmeyi, elindekileri paylaşmayı, yedirip içirmeyi çok severdi dedem aynen anası goca ninem (Şefika Ekmekçi) gibi. Goca ninem her şeyi her gelenin önüne önümüze koyar, sonra sağ eliyle dürterek “Hadi yiyin oğul, yiyin” derdi. Eski CHP’liydi dedem. İlçe başkanlığını da yapmış uzun yıllar boyunca. Sonra İnönü’ye kızıp, Osman Bölükbaşı’nın kurduğu Millet Partisi’ne geçmişler. Ardından Alparslan Türkeş orayı ele geçirince tekrar CHP’ye dönüş yapmışlar arkadaşlarıyla birlikte. 1980 sonrası SHP’de politika yaptı. Ecevit’e çok kızardı “solu bölüyor” diye. Ne var ki en büyük torunu yani bendeniz de DSP’liydi o yıllarda. Hatta önce DSP’nin Yıldırım İlçe Başkanlığı, sonra da Bursa İl Başkanlığı görevini yürütecektim. SHP’yle, DSP’nin arası resmen kediyle köpek gibiydi o sıralar. Ne var ki sevgili dedem de yerel seçimlerde Kelesli merhum Muhasebeci Arif Ele’yle birlikte SHP’den İl Genel Meclisi adayı olmuştu. Haftada bir gün kimselere görünmemeye çalışarak gizli gizli Bursa’dan Keles’e gidiyor, onlar akşam üstü benim arabamın her yerini siyasi rakibimiz olan  SHP bayraklarıyla süslüyorlar ve hep birlikte propaganda için köyleri dolaşıyorduk  düşünebiliyor musunuz? O kadar değerli, o kadar hürmetliydi İsmail dedem benim için, asla kırılamayacak olan. Büyürlerken kendi evlatlarını bir kez olsun kucağına alıp sevmemiş. Çok sertti, sevgisini göstermezdi. Bilmem babası Mehmet dedenin 7 yıl Yemen’de, Kafkaslar ve de Balkanlar’da askerlik yapmasından dolayı onun baba sevgisini doğru dürüst göremediği, bilmem doğrusunun öyle olduğuna inandığı için ikisi kız, üçü oğlan  beş evladıyla da arası mesafeliydi. Sadece sonradan gelen en küçük kızı Nilüfer teyzeme aşırı bir düşkünlüğü vardı hepsi o kadar ama o ilişkinin de hayli kalın duvarları vardı. Gelin görün ki torunlarını çok severdi. Her birini gördüğü vakit kucağından hiç indirmez, özellikle kız olanlarını iri elleriyle havalara doğru hop hop zıplatarak “Tömbülü kızlar töm töm töm” diye severdi. Güzel adamdı, yakışıklı adamdı.   [caption id="attachment_130393" align="aligncenter" width="500"] İsmal Ekmekçi[/caption]   Her kız çocuğu babasını ayrı sever, ayrı görür ama annemin bir gün (Mürüvvet Yılmaz) gençliğindeki babasını bana anlattığı cümleler hiç aklımdan çıkmaz doğrusu. “Çok güzel ve cins siyah bir Arap atı vardı” diye başlamıştı söze annem; “Üzerine ceketini, içine yeleğini, altına da dizlerine doğru daralan yandan düğmeli yine yün siyah renkli poturunu giymişti. Ayaklarındaysa burunları atın koşumlarının üzengilerine üç parmak kadar girmiş siyah deriden pırıl pırıl parlayan körüklü çizmeleri vardı. Hayvanın her hareketiyle geriye doğru salınan gümüşi saçları zaten genç yaşında kırlaşmaya başlamıştı bile. Bir yandan kişneyerek tırıs giden atın nallarından etrafa yayılan tok metal sesleri ve kaldırım taşlarına sürtünmeleriyle oluşan kıvılcımlar eşliğinde, sağ elindeki tutamağı boncuk işli deri kamçısını havada şaklatarak Beylik Sokağı’nın başından bir geçişi vardı o gün ki, görenler bir daha dönüp bakmaktan kendilerini alamıyorlardı bir türlü!..”     [caption id="attachment_129637" align="alignnone" width="200"] İsmail Ekmekçi[/caption]   Nazım Hikmet’in, iktidarın zulmünden saklanabilmek için güya çocuklara “eğlenmeleri” tavsiyesinde bulunan ve “EyLenin çocuklar, EyLenin” diye seslenen şiirindeki gizli “Lenin’in” varlığını ilk kez dedemden öğrenmiştim ilk gençlik yıllarımda. Solcuydu dedem. Onun solculuğu, hayatı sorgulamadan kabul etmemekten ibaretti, doğruyu yanlışı hep sorarak, öğrenmeye çalışarak bulmuştu çünkü, kendisine sunulanı olduğu gibi kabul ederek değil!.. İlkokula kadar okuyabilmişti ama üniversite bitiren hukukçularla aynı yasadan yararlanarak, aynı sandıktan emekli oldu. Ömrünün son yıllarında tarihi eser restorasyonunun yanısıra otel işletmeciliği de yaptı. Türkiye genelinde pek çok eski yapıyı tamir etti; şimdikiler gibi uydurma değil, aslına uygun olarak hem de. Siz bu gün Horasan Harcı için kırmızı renkli çimento yerine yumurtanın akı ve kum kullanan bir tek üstlenici tanıyor musunuz? Son yaptığı restorasyonlardan biri de yine babamla birlikte Gökçeada’daki tarihi hamamdı mesela. Otelcilikte işin daha öncesinde Özal zamanında GAP’taki Urfa tünellerini yapan Akpınar İnşaat’ın sahibi aslen Keles’li merhum Ünal Akpınar’la birlikte ortaklık kurarak  Uludağ 2’nci Gelişim Bölgesi’nde 300 yataklı bir otel inşaatına başlamışlar, inşaat su basmanlarına çıktığı sırada dedemin Land Rover jipiyle Keles’e doğru giderken, bu gün Doğancı Barajı’nın olduğu bölgede kaza yapıp uçuruma yuvarlanması sonucu bu girişimi yarım bırakmak zorunda kalmışlardı. Tam 3 gün sonra buldular dedemi uçurumun dibinde. Tüm kaburgaları kırık, yarı ölü ve yanındaki otel inşaatı için bankadan alınmış parayla, gümüş işlemeli tabancası  birileri tarafından çalınmış vaziyette üstelik!.. Ömrünün son yıllarında da Tahtakale’deki Bahar Oteli’ni satın aldı dedem. Amacı Bursa’ya gelip gittiğinde hem kimseye yük olmadan kalacak bir yeri, hem de gelen misafirlerini ağırlayabileceği bir mekanının olmasıydı. 1980 öncesinin en cafcaflı yıllarıydı o yıllar. Bursa Eğitim Enstitüsü’nde okuyan solcu öğrencilerin çoğu üç otuz paraya bizim otelde yani, Bahar Oteli’nde kalırlardı! Ceplerine harçlık da koyardı dedem, benim de henüz ortaokuldayken yaz tatillerinde girişteki çay ocağına yardım etmek için gittiğim Tahtakale’deki Bahar Oteli’nde. Söz uçar yazı kalır demiş eskiler. Anlatacak, yazacak ne de çok şey var. Ama… Gelin en iyisi ben size kimselere göstermediği yönüyle biraz duygusal,  bir parça da şair olan İsmail dedemin artık asker olmak üzere Kuleli Askeri Lisesi’ne giden en büyük oğluna, Mehmet dayıma yazdığı “Mehmet’e Öğüt” başlıklı şiiri sunayım da “Millet ekmeği yemenin” kutsallığını yaşayıp hisseden bir neslin kaybolup gidişine siz de benim gibi ağıtlar yakın böylece!..   Görünce yaşlandı sarı gözlerin, Beni yaraladı koydu sözlerin, Daha evden silinmedi izlerin, Hayalimde cıvıldıyor sözlerin, Gözü yaşlı, sarı saçlı Mehmedim.   Sen arzuladın asker olmayı, İnşallah takarsın üniformayı, Şimdi Kuleli’yi, sonra Harbiye’yi, Azim gayrettir bu işlerin temeli, Benim ince ruhlu, dürüst Mehmedim.   Hizmet et vatanın toprağına taşına, Millet ekmeği yiyiyorsun, aklını koy başına, Sen artık girdin tam on beş yaşına, Çocuk sayılmazsın, aklın geldi başına, Gitmesin emekler boşuna Mehmedim.   Ana, baba yuvasından ayrılması zordur, Ayrılık ateştir, hem nâr gibi kordur, Hayat kazanılması çetin bir yoldur, Yalnız sen değil niceler doludur… Çalış, sabret benim fidan Mehmedim.   Metin ol, durma öyle hırslı, Babanın yüreğini sandın mı paslı? Göz ağlar, kalp ağlar yaslıdır yaslı, Sen gülmediğin mühletçe âhlı ve hırslı, Bırakma kederli beni Mehmedim.   23-10-1963 İsmail Ekmekçi     [caption id="attachment_129634" align="alignnone" width="500"] Mehmet Ekmekçi'ye Öğüt[/caption]                        

Diğer Haberler