Taptaze çıtır çıtır istavritler anneannem tarafından nar gibi kızartılıp masanın ortasındaki tabağa tepeleme yığılmış, bir ufak 35’lik rakıyla süslü mütevazı, sade sofra, salatasını bekliyordu artık.
Üç kişiydik küçük odada.
Yine böyle bir Mayıs ayının Keles’inde yazın gelmesiyle birlikte artık açılmış olan pencerelerden iki günlük yaşamlarında kendilerine bir eş bulup üreyebilmek için uçuşan, birbirlerine kur yapan beyaz kelebeklerin danslarını izliyordum göz ucuyla bir yandan.
Dedem (İsmail Ekmekçi) “hadi artık başla” der gibi baktı yakın arkadaşı rahmetli Avukat Şükrü Akmansoy’a.
Bursa’da Baro başkanlığı da yapmıştı Şükrü amca, eski solcuydu, dönemin Türkiye İşçi Partisi hareketi içinde etkin görev yapmıştı, TİP Kongresinin sonunda Setbaşı’nda, güya milliyetçi kışkırtılmış gençlerden sopa yiyenlerin arasında o da vardı.
Bir yandan iki elle birden kılçıkları ayıklanan istavritler midelere indiriliyor, diğer taraftan da Şükrü amcayla aramızdaki o amansız tartışma hiç bitmeyecek gibi sürüyordu.
Dedem benim özellikle orada olmamı istemişti, Bursa’dan çağırmıştı özel olarak.
Şükrü amcamın bana nasihat edebileceği bir ortam hazırlayıp, delikanlılığın da etkisiyle iyice hırçınlaşmış keskinliklerimi biraz olsun törpüleyebilmekti amacı.
“Dünyanın aslında benim gördüğüm gibi olmadığını” anlatmaya çalışıyordu eski tüfek, “geçmişten bu güne kadar kendisi de pek çok şey yaşayıp görmüş, hayatın en temel gerçeğinin ‘değişim’ olduğunu anlamıştı.”
Bense o sıra kendi katı doğrularımdan yanaydım.
Dünyada bir siyah vardı, bir de beyaz.
Bir iyiler vardı, bir de kötüler.
Devrim yapacaktık pek yakında, kim bilir belki de önümüzdeki Çarşamba günü!
12 Eylül’e birkaç ay kala Türkçü İntikam Tugayı (TİT) mensubu olduğunu sonradan öğrendiğim 5-6 kişilik bir grup ellerinde silahlarla “polisiz” diye durdurdular bir gece vakti bizi.
Sonra aysız bir yaz akşamında, Teferrüç’ün ıssız yamaçlarında hep birlikte üzerimize kurşun yağdırmaya başladılar.
Henüz ömrünün baharında gencecik bir arkadaşım oracıkta öldü, bir diğeriyse İsmail, bedenindeki 9 kurşunla yaşadı, rakımı yüksek o mahallede gece ayazından korunmak için giydiği dana derisinden kaban kurtarmıştı onun hayatını, bu dünyada bir süre daha zamanı vardı kalacak, bense karambolden yararlanıp kaçmayı başararak kafamın üstünde ve bedenimdeki mermi yanıklarıyla yaralı olarak zor kurtuldum.
Katiller bu işten hiç ceza görmediler.
Nerelerde ne yaptıklarını, hepsini tek tek biliyorum bu gün ama ne fayda?
Hukukta zaman aşımı!
Mesela Bursa Tarım İl Müdürlüğü’nde çalışıyor biri, adı Şenol, baktım 15 ortak arkadaşımız var Facebook’ta, gazeteci kardeşim Alparslan Yıldız, CHP’li gezenti Orhan (Aslan), Emlakçı Safa (Gönen), Burhanettin Türkeş, amca oğlu İdris abim (Yılmaz), Sami Bilge, Tahsin Bulut, Mustafa Aydın, Cemil Aydın mesela bunlardan bazıları.
Üç fidana yanıyor bu gün insanlar…
Kaç fidan gitti yurdum insanından o yıllarda biliyor musunuz kaç fidan?!.
Gittikleriyle, öldükleriyle kaldılar.
Diyalektik materyalizm yapacağını yapmayı sürdürdü yine.
“Panta cwrei, oudei menei!”
Herakleitos’in dediği gibi “her şey aktı, hiçbir şey yerinde durmadı.”
Aynı nehrin aynı suyunda iki kez yıkanamadı insanlar, ne insanlar aynı kaldı ne de nehirler!
Yeni nesil tanımaz, Sarp Kuray kimdir bilir misiniz?
68 kuşağının önderlerinden, DEV-Genç’in kurucularındandır Sarp Kuray.
Babası eski Ankara Valisi Enver Kuray, dayısıysa Menderesleri asan mahkemenin savcısıdır, Ömer Egesel!
Bursa Erkek Lisesi’nde okuyor Sarp Kuray, hem de kimlerle birlikte biliyor musunuz mesela, Mehmet Gazioğlu, Ertuğrul Yalçınbayır gibi tanınmış Bursalı simalarla.
Sonra önce Ankara Hukuk Fakültesi’ne, ardından da Deniz Harp Okuluna giriyor.
Ordudan atıldıktan sonra bir ömür yetmeyecek hapis cezaları alıyor, defalarca idamla yargılanıyor, ardından yurt dışına kaçarak örgütsel faaliyetlerini bu kez orada sürdürüyor.
Fakat memleket hasreti baskın çıkıyor.
“Elin gavurunda özgür olmaktansa gidip yurdum hapishanesinde yatmak daha iyidir” diyor ve gelip teslim oluyor.
Geçen yılın Kasım ayında tamamladı cezasını ve tahliye oldu.
Birgün Gazetesi’nin yaptığı bir röportajda okumuştum, kendisine yöneltilen bazı soruları şöyle yanıtlamış Sarp Kuray:
“- Cezaevine ilk ne zaman girdiniz?
Siyasal İslamcı Mehmet Şevket Eygi, ‘harp okullarına komünistler yerleşmiş’ diye yazıyordu.
460 kişi tasfiyeye karşı çıktık. İkinci bildirimiz, devrimci öğrenciler içindi.
Bir ayağı devlette, bir ayağı dışarda bir çete, takır takır öğrenci vuruyor.
Dedik ki, ‘Öğrenci öldürmekten vazgeçin. Sokağa ineriz.’
Ben, bu bildiriyle ordudan atıldım.
Güllübahçe Cezaevi’ne aldılar.
22 yaşındaydım.
- Dev-Genç mücadeleniz başladı...
Dev-Genç’in kurucularındanım.
Kürt ve Türk arkadaşlarla beraberdik.
Sonra bölünmeler oldu.
Gruplar birbirini dinlemez oldu.
Çin, Sovyet, Latin Amerika ülkeleri derken, Türkiye’ye bir şablon dayatmaya çalıştılar.
O devrimler bir değerdir tabii...
Ama toprağımızın konuları başka.
Bu topraklarda halkın yıllardır süren bir başkaldırışı var.
Dışardaki birikimlerle kendimizi var etmeye çalıştığımız için yabancılaşma oldu...
Arkadaşlarımızı avcının bir kuşu indirdiği gibi öldürüyorlardı.
O zaman meşru müdaafa için silahlanmaya başladık...
- Bugünden bakınca, geçmişi nasıl yorumluyorsunuz?
Biz, Türkiye Cumhuriyeti’ni de daha ileri bir boyuta taşımaya çalıştık.
Ne derece başarılı olduk?
Bu ayrı bir problem.
Ama biz Cumhuriyeti tutarız.
1919 ve 1922 arası Anadolu ordusunu tutarız.
O dönemde yaşasak, ordunun içerisinde olurduk.
Subay mı oldurduk, nefer mi olurduk bilmiyorum.
Bizim sorunumuz Cumhuriyeti, demokratik Cumhuriyet yapma sorunudur.
Deniz’ler, Anıtkabir’e yürüdüler.
Deniz’in o deftere yazdıkları hepimizi bağlar.
Bütün çabamızı, tanımadığımız, mazlum yığınlar adına harcadık.
İşçiler ve köylülerle mücadeleyi genişletmişken öldürmeler başladı.
Fedakâr bir kuşaktık.
Biz Dolmabahçe’de Amerikan erlerini denize dökerken, bunlar ‘hoş geldin namazı’ kılıyorlardı.
Orada namaz kılan adam TBMM’de başkanlık yapıyor.
Filistin’le dayanıştığımız zaman onlar bizi vatan haini olarak görüyorlardı.
Onların aldatmacalarına bilen insanlarız.
Bize yutturamazlar.
- Türkiye’ye dönme kararını nasıl verdiniz?
12 sene oralarda dolaştım.
Bir ecnebi pasaport almadım.
Bu toprakları özledim.
Bu ülkede cebinde İngiliz pasaportu olan bakanlar, Amerikan pasaportu olan başbakanlar oldu.
Bizim yurtseverliğimizin iyi bilinmiş olması lazım.
Deniz’i asıp, Mahir’i katlettiler.
Bizi ise perişan ettiler.
Bizim kuşakta bir acı bıraktılar.
O acıyla başladı her şey.
Bu süreçlerin çok ciddi bir şekilde tahlil edilmesi lazım.
68 kuşağının dibinin kazınması için yiğit insanları katlettiler.
‘Avrupa’nın renkli başkentlerinden ülkemin hapishaneleri daha iyidir’ dedim.
Tek başıma hapis yattım.
Mahkeme heyetim de ‘FETÖ’cüymüş.’.
- Sarp Kuray, şimdi ne yapacak?
72 yaşındayım.
Kendime göre mütevazı bir hayatım var.
Eski sistem bir örgütlenmenin içerisinde olmayacağım.
Sevgi, dayanışma ruhu, merhamet kaybolmuş.
Onarılma yolları nasıl olur?
Buna kafa yormak lazım.
Bir hizmet yapacaksak bu çizgide olmalı.
Örgütler meselesi geçmişte kalmıştır.
Onları kapattık.
Barıştan yanayım.
Çözüm süreci içerde beni de heyecanlandırmıştı.
Kürtlerle birlikte eşitlik, özgürlük temelinde birlikte yaşamak istiyorum.”
…………….
Geçen gün bir baktım Şahin Gençal, eski Doğruyol Partili İsmet Koyuncu’nun bir fotoğraf albümünü paylaşmış Facebook’ta, bir de ne göreyim, aralarında Sarp Kuray, Kültürpark’ta, Selçuk Restoran’da hep birlikte yemek yiyorlar!
Kimler yok ki?
İçişleri Eski Bakanı Mehmet Gazioğlu, Başbakan Yardımcısı Devlet Eski Bakanı Ertuğrul Yalçınbayır, İstanbul Ülkü Ocakları Eski Başkanı Mehmet Kocabaş, Marmara Birlik Eski Yönetim Kurulu Başkanı Kamuran Yılanlı, Gemlik ANAP Eski İlçe Başkanı Hasan Başaran, CHP’li Şahin Gençal…
Sonra dün Mehmet abi (Gazioğlu) aradı, gazetemize yapılan saldırıyı yeni işitmiş, “geçmiş olsun“ demek için.
Sonra, “Hayırdır abi” diye sordum, “nereden çıktı Sarp Kuray’la yemek yemek”?
Pek çoğu Bursa Erkek Lisesi’nden arkadaşmış.
Sonra hayat her birini ayrı bir yöne savurmuş.
“O yıllarda Sarp’la pek geçinemezdik, yakın değildik” dedi Gazioğlu.
Evet, Kamuran Yılanlı mesela, TİP Kongresi’nin ardından Şükrü amcalara saldıranların arasında o da vardı benim bildiğim!
Yıllar, yılları kovalamış…
Sağcısı, solcusu, ülkücüsü, türkücüsü sonra bir fark etmişler ki birileri insanlarımızı bilinçli olarak sürekli keskinleştirip, ayrıştırıyor.
Memleket hepimizin memleket, öyleyse bu kavga niye?
Şimdilerde sık sık görüşür, konuşur olmuşlar bir dönemin eski tüfekleri.
Demiş ki Sarp Kuray o akşam Mehmet Gazioğlu’na, “O yıllarda ben de ‘özgür, bağımsız Türkiye’ diye bağırıyordum, sen de… Şimdi bu gün söyle bana, senin milliyetçiliğinden neyim eksikti benim?..”
Çok ayrıştırdılar, çok parçaladılar, çok hırpaladılar bizi, çok…
Çıkarılması gereken ders?
Ders, bana İstavrit kokulu o gün Şükrü Akmansoy’un anlatmaya çalıştıklarıydı.
Kökü dışarıda ideolojilerden, kökü dışarıda çevreciliklerden bize hayır gelmiyordu!
Bir olmalıyız, birlik olmalıyız, geçmişten ders çıkarıp aklımızı kullanmalıyız.
Eğer Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiyse ona oy vermemiş olsak dahi o artık hepimizin başkanı olmalı.
O’nun kılına gelecek zarar, hepimize gelmiş sayılmalı.
Onu aşağılayıcı, küçültücü her laf hepimizi endişeye düşürmeli.
Keza, aynı şey o makama ileride seçilecek başka insanlar için de geçerli olmalı.
Değerli İnsan Tarih Araştırmacısı Raif Kaplanoğlu’nun oğlu, Ozan Kaplanoğlu’nu “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla gözaltına almışlardı, sonra tutuklanmış.
Bir kere kimilerinin cahil cahil yazdıkları gibi bu ülkede polis insan tutuklamaz; gözaltına alabilir ancak, tutuklama kararınıysa Cumhuriyet Savcılarının talebiyle mahkemeler verebilir ancak.
Onlar da elde sarih delil olmadan kolay kolay tutuklama kararı vermezler.
Dosyada mutlaka başka şeyler vardır, teknik takip, dinleme tutanakları ya da başka şahitler gibi.
Nitekim dün Raif’le görüştüm, “Evet, paylaşımında hakaret kabul edilebilecek bir yan vardı ama savcı o suçlamayı kaldırdı. Eski DEV-YOL’un devamı niteliğinde sayılan kapatılan Halk Evleri’nde yönetici olduğu, yasa dışı örgüt propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklandı” dedi.
Memleketin tepesinde bazı dönemlerde ortaya çıkan iktidar ve güç mücadeleleri haricinde ben yaşamımda bu güne dek ne polisin, ne de yargının durup dururken bir insanı alıp özgürlüğünden mahrum ettiğini hiç görmedim!
Hayli iddialı bir laf oldu ama durum aynen böyle!
Niye gelip polis beni ya da sizi almıyor da başkalarını alıyor?
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz da onun için!
Ozan da bilerek ya da bilmeyerek ya da gençliğinin verdiği deli kanlılıkla bazı kusurlar işlemiş olmalı.
Eğer işlemediyse adalet er geç yerini bulur zaten.
Raif dün gece Facebook’tan oğlunun bir küçüklük resmini paylaştı:
Altına da şunları yazdı:
"Müvezzi Ozan" (Kaplanoğlu) ile Yenigün Gazetesi önündeyiz.
Yıl 1996…
Önceleri, gazeteleri okurla buluşturan gazete dağıtıcılarına "müvezzi" denirdi.
Ozan gibi küçük müvezzilere ise okurlar, gazete bedeli yerine bahşiş verirdi.”
Bir baba olarak içim acıdı, ben de çok üzüldüm yine Ozan’ın demir parmaklıklar arkasına alınmasına.
Hani diyor ya Sarp Kuray, “milli mücadele sırasında yaşasaydım mutlaka gidip Türk ordusunda savaşırdım” diye?
Sen de ben de geçmişte nasıl hep aykırı olduysak Raif, bu gün oğlunla aynı yaşta kalsaydık yine bizler de Ozan gibi keskindik, benzer şeyler yapardık biliyorsun değil mi?!.
O da kendi sınavını yaşayacak, merhale merhale bedellerini ödeyerek geçecek sınıfları ve sonra değişip, dönüşecek; ama bu dönüşüm iyiden, güzelden, doğrudan yana olacak hep.
Raif Kaplanoğlu gibi güzel bir insandan haydut, vatan haini çıkmaz!
İleride onun gibi geleceğe kalıcı eserler bırakan mirasçısı bir aydın çıkar sadece.
Bırak bizler gibi, yaşayacaklarını yaşasın Ozan.
Tekrar geçmiş olsun.