Dün “Erzurum’dan, Diyarbakır’a ulaşmaya çalışırken PKK’lıların yolda sivil araçları durdurup yaktığı bilgisini almamız üzerine yönümüzü Elazığ’a çevirdiğimizi, hedefimize oradan dolanarak gitmeyi planladığımızı” anlatmıştım.
İyi ki de öyle yapmışız çünkü aksi takdirde orada Hazar diye bir göl, hemen kıyısında da Mavi Göl isimli son derece şirin ve kaliteli bir konaklama tesisi bulunduğunu hiç bilemeyecektik.
Meğerse yakın illerin sayfiye yeriymiş Hazar.
Sabahleyin nefis yöresel ürünlerin sunulduğu mükemmel bir kahvaltının ardından kahvelerimizi de yudumladıktan sonra düşüyoruz gene yollara.
Bu arada doğu ve güney doğu Anadolu’da halkın görünür hiçbir şikayeti yok. Herkes işinde gücünde. Suruç patlamasının olduğu günün ertesinde PKK’lıların yönlendirmesiyle çeşitli kentlerde nümayişler yapılmış hepsi o kadar. Bursa’nın Karacabey’indeki esnaf ne kazanıyor, ne kadar kazanıyorsa oradakiler de o kadar kazanıyorlar. Bursa’da, İstanbul’da caddelerde hangi lüks araçlar varsa, doğuda daha fazlası var. Ana yolların hepsi otoban kalitesinde. Batıda yaşayanlardan eksik hiçbir şeyleri yok.
Doğu Beyazıt, Yüksek Ova, Cizre, Nusaybin gibi küçük ve insanları politize olmuş yörelerin dışında halkın hiçbir kalkışması yok. Bilin ki 20 Temmuz’dan bu yana yol kesen, uzaktan ateş ederek asker ve polisimizi öldürenlerin sayısı bence birkaç yüz kişiden fazla değil.
Diyarbakır’da caddeler ana baba günü gibi. İlk durağımız UNESCO tarafından “dünya kültür mirası” olarak tescillenen Diyarbakır surları oluyor. Ardından arkeoloji müzesini geziyoruz ki, insanoğlunun yaklaşık 12 bin yıl önce yaşadığı avcı-toplayıcı dönemine ilişkin çok önemli buluntular barındırıyor bu müze.
Sabah kahvaltıyı Mavi Göl’de yaptığımız için Hasan Paşa Hanı’nda sadece kahve içebiliyoruz. Kahvaltı sunan işyerleriyle ünlü bu tarihi handa kendinizi bin sene öncesine gitmiş gibi hissediyorsunuz.
Ve Diyarbakır Ulucami…
İnsanlar sere serpe halıların üzerine uzanmış uyuyorlar. Diyarbakır’da o sıcakta, oradan daha serin hiç bir yer yok çünkü! Anlatılmaz, sadece yaşanır. Kapıdan adımınızı attığınız anda içeride sanki dev klimalar çalışıyormuşçasına inanılmaz serinlikte bir hava çarpıyor yüzünüze. Mucize gibi bir şey bu. Ben artık daha fazla dayanamıyorum. Kapıdaki satıcıya “nereden şalvar bulabileceğimi” soruyorum. Az ötedeki çarşıya vardığımız vakit kadim Anadolu medeniyetlerinin esintilerini taşıyan bin bir renkli giysilerin teşhir edilip satıldığını görüyoruz. Oradan kendime yöredeki Arap, Ermeni, Türk ve Kürtlerin kullandığı siyah renkli bir şalvarla, yine yöresel bin bir renkli bir kuşak alarak hemen oracıkta giyip sarınıyorum. Aman ne rahatmış öyle püfür püfür. Şu daracık pantolon ve gömleklerden kurtulup da Osmanlı’nın hem rahat hem de çok şık kıyafetlerine geri mi dönsek, ne yapsak acaba?
Ve sıra geliyor Diyarbakır’ın meşhur cigerinden yemeye.
Hemen Emniyet Müdürlüğü’nün karşısındaki aralıkta bulunan Ramazan Usta’da cigerlerimizi büyük bir keyif ve huşu içerisinde adeta ibadet havasında yiyiyoruz. “Tanrı bu cigeri yarattı, diğer yiyeceklere ne gerek vardı” diye düşünüyor insan işte o an, işte o kadar güzel yani!
Buralara kadar gelip de Hasankeyf ve Midyat’ı görmeden dönmek olur mu hiç? Çok riskli ve sıkıntılı o yollar ama göze alıp basıyoruz gaza. İlk hedefimiz Batman yolu üzerinden Hasankeyf. İnsanoğlunun binlerce yıl yaşadığı mağaraları, Selçuklu eseri köprüleri, taş binaları görmek her türlü sıkıntıya değermiş. İyi ki de gitmişiz. Keza Midyat’a da öyle. Bin bir çeşit yarı değerli taşlarla birlikte altın ve gümüşü harman eyleyen Süryani telkâri ustalarını tezgahlarının başında çalışırken görmek muhteşem bir duygu. Midyat’ın pazarından da kendime bir puşi alıp Arap usulü başıma bağlatıyorum.
Ve doğunun kadim şehirlerinden Mardin var sırada. Reyhani Kasrı’nda konaklamalarını öneririm gidecek olanlara. Son derece kaliteli bir turistik tesis, üstelik de eski Mardin manzarası müthiş. Ertesi gün Sabancı Müzesi’nden başlıyoruz gezmeye. Ne çok katkısı var Sabancı Ailesi’nin şu ülkeye. Merhum Sakıp ve Özdemir Sabancı’nın ruhları şad olsun.
Mardin merkezde Zinciriye Medresesi, Kasımiyye Medresesi, Kırklar ve Meryem Ana Kiliseleri, Ulucami, ardından da Deyrulzafaran Manastırı’nı gezip taş işçiliğinin muhteşem örneklerini görüyoruz.
Orada da adım başı her yerde Selçuklu eserleri var.
Mardin çarşısından da üzerimdeki kıyafete aksesuar olarak yine yöresel siyah bir yelek alıyorum.
İşte tam şimdi Mardin ağaları gibi olmuşam.
Sabah otelin çatısında yaptığımız yine eski şehir manzaralı nefis bir kahvaltının ardından heyecanım gittikçe artıyor.
Hedefte artık Göbekli Tepe var çünkü!
Urfa’ya daha önce pek çok defalar gitmişiz. Yine de şöyle bir balıklı göl olsun, çarşı Pazar olsun gezip dolaşacağız ama dünyada insanlığın tarihi konusundaki tüm bilgileri alt üst eden Göbekli Tepe’yi ilk kez ziyarete gidiyor olmak olağanüstü bir duygu.
Göbekli Tepe’deki tapınakların kuruluşu milattan önce 10 bin yıl yani günümüzden 12 bin yıl öncesine dayanıyor. O dönem, insanoğlunun cilalı taş devrini yaşadığı, mağara ve kovuklarda barındığı, yerden tohum, kök, börtü böcek toplayıp, yakalayabildiği hayvanları yediği dönem. Tekerlek henüz ortada bile yok. Oradakilerden tam 7 bin 500 yıl sonra yapımına başlanacak Mısır’daki piramitlerin inşasında tekerlek, her türlü alet edevat, teknik elemanla, insan ve hayvan gücü fazlasıyla var. Peki bu taş devri adamları 40 tonluk dev kayaları yontup, kilometrelerce uzaktan oraya nasıl taşıyıp getirdiler acaba? Kahire’dekilerden çok daha büyük ve önemli bir gizem var Göbekli Tepe’de.
İnsanlığın geçmişi hakkındaki ezberleri tümden bozan, yerleşik yaşama geçiş tarihi ve nedenlerini değiştiren, hele hele dinler tarihini kökten sorgulatan, bu gün pek çok kişinin varlığından bile haberinin olmadığı mucize gibi tapınaklar topluluğu yer alıyor Göbekli Tepe’de.
Göbekli tepe insanlık tarihindeki en eski ve en büyük ibadet merkezi.
O zamanlar için bu günün Kabe’si, Kudüs’ün Süleyman mabedi gibi kutsal bir alan.
Göbeklitepe İngiltere'de bulunan Stonehenge'den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha eski. Ayrıca yerleşik hayata geçişi temsil eden kültür bitkisi buğdayın atasına da Göbeklitepe eteklerinde rastlanıyor. Son derece garip bir şekilde, inşa edildikten 1000 yıl sonra üzerleri insanlar tarafından toprakla kapatılarak gömülen bu tapınaklar Alman Arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt tarafından 1995 yılından itibaren ortaya çıkarılmaya başlandı.
Oradaki taşlar üzerinde işlenmiş akrep, tilki, boğa, yılan, yaban domuzu, aslan, turna ve yaban ördeği figürleri yer alıyor. Bir kısım arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret eden farklı kabilelerin sembolleri olarak nitelendiriliyor.
Arkeologlar boyları 3 ile 6 metre arasında değişen T biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan figürleri olduklarını düşünüyorlar. Sütunlar üzerine yansıtılan diğer figürlerden farklı olarak aşağı doğru iner şekilde tasvir edilen 3 boyutlu aslan kabartması da çok enteresan. Bu ve diğer aslan figürleri neolitik dönemde bu canlıların Anadolu'da yaşamış olma ihtimalini güçlendiriyor. Az önce dediğim gibi, insanları temsil eden T sütunlarının ağırlıklarıysa 40 ile 60 ton arasında değişiyor.
Diğer bulgular taş devri insanlarının bira içtiklerini de gösteriyor! Kazılarda şu ana kadar en büyüğü 160 litrelik kapasiteye sahip kireç taşına oyulmuş, altı bira varili bulundu.
Klaus Schmidt, bu bulgular ışığında, insanoğlunun ekmek için değil, bira uğruna tarıma başladığına, bunun da ilk kez Urfa’da gerçekleştiğine kanaat getirmiş!
Ekmek için Ekmelettin değil, bira için ekmelettin durumu sizin anlayacağınız!
Göbeklitepe, yıllardır tarih derslerinde öğretilen "göçebe toplulukların tarımı öğrenerek yerleşik hayata geçtiği" tezini de çürütüyor. Daha önce yerleşik hayata geçişin çiftçilik ve hayvancılığın ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleştiği düşünülüyordu.
Yine Schmidt'e göre avcı ve toplayıcı kabileler Göbeklitepe gibi dini merkezlerde sürekli olarak bir araya geliyorlar ve bunun sonucunda yavaş yavaş yerleşik hayata geçiş başlıyordu.
Kalabalık toplulukların ibadet merkezine yakın olma arzusu ve çevrede bu toplulukların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde yeterli kaynak bulunmamasından dolayı da insanlar tarıma yöneliyorlar anlaşıldığı kadarıyla.
Yani bu durumda tarım yerleşik hayatı getirmiyor, dini mabetlerin etrafında kalma arzusu sonucunda yerleşik hayat tarımı getiriyor.
Diğer taraftan Göbeklitepe'deki kazının başkanlığını yürüten Prof. Dr. Klaus Schmidt’in geçtiğimiz günlerde kalp krizi sonucu hayatını kaybettiğini de üzülerek belirtelim.
Anadolu’da her biri darphane gibi para basacak insanlık mirası yüzlerce ören yerimiz var ama ne yazık ki ülke bunların yüzde birini bile değerlendirmekten çok uzakta.
Böylesine hızlı ve yoğun bir gezi, olağanüstü bir kültür bombardımanının ardından binlerce kilometre yol yapmış olmak insanı bir parça yoruyor doğrusu.
Şanlıurfa’dan sonra rotamızı Antalya, Olympos-Çıralı’ya çeviriyoruz.
Dört beş gün boyunca şu sıralar en ideal sıcaklıkta bulunan Akdeniz’in davetkar bedeniyle kaynaşmak olağan üstü keyifli. Hiç içinden çıkmak istemiyor insan. Çıralı’da konaklayacaklar için önerim ya Azur Otel ya da Kibela Pansiyon. Akşam yemekleri için yine Azur Otel’in sahildeki restoranını öneririm. Yemek ve mezeleri muhteşem.
Gezip tozmak iyi güzel de ev gibisi yok biliyor musunuz?
İnsan kendi şehrini ve orada alıştıklarını özlüyor.
Geç vakitte aç bir vaziyette döndüğümüz Bursa’da o saatte ne yapılır?
Kent meydanındaki Divan Lokantası’na uğranarak soslu pide eşliğinde tereyağlı bir tabak tuzlama içilir tabi ki!
Seviyorum bu kenti ben, üstelik her şeyini, her yerini.