
Orhan Veli, “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu, bu derde düşmeden önce” diye seslenir “Anlatamıyorum” isimli şiirinde.
Ben de diyorum ki ona öykünerek:
“Bilmezdim doğu Karadeniz’in bu kadar yeşil, bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu, oraları gezmeden önce!”
Muhteşem ve bir o kadar da hızlı bir tatil ve gezi programı yaptık bu sene.
Size şöyle bir güzergah versem sırasıyla:
Samsun, Ünye, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Hopa, Erzurum, Bingöl, Elazığ, Diyarbakır, Batman, Midyat, Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep, Adana, Mersin ve Antalya-Çıralı.
Bursa’dan direkt Samsun’a ulaşarak ertesi gün kahvaltıyla birlikte start verdiğimiz doğu Karadeniz turu hüzünlü ve kaygılı başlıyor çünkü bir önceki gün yani 20 Temmuz’da yoldayken alıyoruz Urfa’nın Suruç ilçesindeki patlama haberini.
Neyse ki hırçınlığıyla ünlü Karadeniz’in bize adeta “hoş geldiniz” dercesine kucak açarak gösterdiği dingin yüzü ve bölgenin insanda cennete düştüğü hissi uyandıran yemyeşil doğası biraz olsun kararmış ruhumuzu açıyor.
Ordu’nun denizi ve kenti en yukarıdan gören Boztepe’sindede içilen kahveler ve ardından da Giresun’un, Keşap İlçesi’nde “Cin Ağa’nın Yeri’nde” yenen o muhteşem kuru fasulye ve yöresel yemeklerin ardından rotayı tekrar Trabzon’a çeviriyoruz.
Fındık bahçelerinden sonra bu kez de yamaçlardaki yemyeşil çay tarlaları karşılıyor bizi.
Trabzon’da ilk hedefimiz eski kale ve kent merkezindeki geç Bizans döneminin en güzel örneklerinden biri olan Ayasofya Kilisesi oluyor. Trabzon limanına tepeden bakan ve “kutsal bilgelik” anlamına gelen Ayasofya büyüleyici bir güzelliğe sahip.
Bir bölümü camiye çevrilen müzenin bahçesinde çok eski taşlar ve hemen yan taraftaki bir tabela çekiyor dikkatimizi. Bu taşların kilise inşa edilmeden önce aynı yerde bulunan pagan döneme ait bir tapınaktan kaldığı anlatılıyor orada. Anadolu’nun pek çok yerinde de bu böyledir. Tanrıça Kibele zamanından yani, ana erkil devirden tutun da çok tanrılı dönemlere dek yapılan tüm tapınak binaları daha sonra gelen işgalciler tarafından kendi dinleri için birer ibadethane alanına çevrilmiştir.
Bunun en güzel, canlı ve yaşayan örneğini Kütahya’ya bağlı Çavdarhisar, eski adıyla Aizanoi antik kentindeki Zeus Tapınağı’nda görebilirsiniz. Tapınağın içinden yerin altına doğru uzayan demir merdivenlerden aşağıya inmeyi göze alabilirseniz eğer, orada üç ayrı tanrıya ilişkin üst üste üç kutsal mekan bulunduğunu görecek, insanlık tarihinin bu saklanmış gizemi karşısında kaybolup giderek, hayretler içinde kalacaksınız.
İnsanlık tarihi, bir öncekilerin üstüne basılarak ilerliyor ne yazık ki.
Hatta Osmanlı döneminde yeni yapılan camiler için yerin hemen altında ya da yakınlarda bulunan bu eski tapınaklardan taş malzemeler ve sütun başları devşirildiğini görürsünüz.
Orhangazi Parkı’ndaki Orhan ve Çekirge’deki Murat Hüdavendigar Camilerine bakın, hemen önünüzdedir bu taşlar, o güne dek farkına bile varmamışsınızdır!
Bursa Ordu Evi’nin karşısındaki Şahadet Camii de bir kilisedir aslında.
Bu kente yani Trabzon’a varılıp da mutlaka görülmesi gereken en önemli yerlerden biri de Sümela Manastırı elbette. Sürekli sis ve bulutlarla kaplı o dağın hiç durmadan çiğ ya da yağmur alan ıslak daracık yollarında kilometrelerce tırmandıktan sonra üstüne bir de yüzlerce metre yokuş yürüyerek varıyorsunuz Sümela’ya ve yanınızda sizinle birlikte yürüyenlerin birinden mutlaka şu sözleri işitiyorsunuz:
“Ta buraya gelip de manastır yapan kilisenin papazını seveyim!..”
Sırada Uzungöl var.
Ve Uzungöl’e giderken ANAP İl eski Başkanı ve Bursa Milletvekili merhum Mehmet Gedik’in memleketi Çaykara’dan geçiyorsunuz. Çok erken ve pisi pisine gitti Mehmet abi. Mert, delikanlı bir adamdı. Nesim Malki cinayeti ve Türkbank’ın satışı soruşturmaları devam ederken Erol Evcil’in cep telefonunu kullandığını ve yine partiye Evcil’in petrol istasyonundan bedava yakıt aldığını ilk ben ortaya çıkarmış ve Olay Gazetesi’nde yazmıştım. Bu haberim siyasi geleceğini bitirmişti Mehmet Gedik’in. Epey bir süre küs kaldık. Sonra barıştık. Severdi beni. Ben de onu. Son yıllarında sık sık bir araya geldik sohbetler ettik. Sesi hala kulaklarımda.
“Memeedd, Memeedd” diye seslenirdi bana.
“Ama” derdi, “senin o arkadaşın var ya o arkadaşın, hain o, iki yüzlü, sahtekar, iftiracı, menfaatçi, yalancı bir herif. Onunla bundan sonra asla bir araya gelmem”!..
Bütün Bursa Mehmet Gedik’i de sözünü ettiğim ahlak ve karakter yoksunu o gazeteci-yazar pespayesini de iyi bilir ve tanır.
Tanrı günahlarını affetsin Mehmet abinin. Bir politikacı olarak yanlışları, bir insan olarak hataları yok muydu? Hangimizin yok ki? Ancak iyi insandı. Pek çok kişiye hiçbir menfaati yokken her konuda yardım ettiğine, pek çok insana pek çok iyiliğine, bir dolu hayrına ben de şahidim.
Uzungöl Arap’larla kaynıyor. Çekilecek gibi değil. Şöyle bir soluklanıp dolaştıktan sonra Rize’ye doğru basıyoruz gaza. Yamaçlarda analar bacılar habire çay toplamaktalar. Hasat zamanı.
Akşama yaşamım boyunca tattığım en güzel istavriti Rize’de yiyorum. Kahveleri Garadenuz’a bakarak içmek de başka bir keyif canım!
Ayder Yaylası muhteşem bir yer. Yemyeşil ağaçların ortasında orada da bulutların içinde yürüyorsunuz. Ayder’e oturup da hayatında bir kez olsun kahvaltı etmemiş bir insan hiç yaşamamış demektir. Gidecekler için Kalegon’u öneririm, mutfağı oturmuş ve temiz bir tesis.
Doğu Karadeniz hattında son durak olan Hopa’ya kadar ilerliyoruz. Yol boyunca her on dakikada bir fabrikaların bacalarından yükselen burcu burcu, buram buram çay kokuları karşılıyor bizi. Doya doya içimize çekiyoruz.
Gün içinde tarlalardan toplanan çay yaprakları hemen bu fabrikalara indirilip işlenmeye başlıyor.
Hopa, Artvin arasındaki yolun ilk yarısına henüz el değmemiş. Sadece tek şeritli gidiş gelişten ibaret o bölüm. Ancak yarıdan sonrasını gördüğü vakit neredeyse küçük dilini yutacak insan. O koca dağlar, o koca kayalar öylesine harman edilip indirilmiş ki, yapılan çalışmaları görünce gözlerimiz fal taşı gibi açılıyor. Karşınıza hiç durulmaksızın çalışılan şantiye üstüne şantiye çıkıyor. Türkiye’nin en doğusunu da duble yollar ve mesafeleri kısaltmak için dev tünellerle beziyor hala AKP Hükümeti. Nasıl anlatabilirim, sadece Borçka, Artvin arasına inşa edilen tünellere harcanan parayla en az beş tane İnegöl’ü sıfırdan inşa edip yan yana koyabilirsiniz her halde?!.
Kimileri bu “yol” meselesini küçümsüyor ama ben haklarını teslim etmeden geçemiyorum. Ticaretin gelişmesi, ülkenin büyüyüp zenginleşmesi demektir yol. Bedendeki damarlar neyse, bir ülkede de odur yol. Tıkanıp daraldı mı kan gitmez hiçbir yere. Çok eskiden hatırlar mısınız, sadece Bursa, Karacabey yolunda bu aylarda meydana gelen trafik kazalarında her gün 80-100 kişinin öldüğü haberini alırdık radyolardan. Kamyonlarla kafa kafaya otobüslere çarpışır, aynen bir katliam gibi o anda onlarca insan can verirdi metal parçalarının arasında. Bırakın ekonominin aldığı darbeyi, bu ülke yetiştirip eğittiği binlerce insanını hem de en verimli zamanlarında o kazalar sonucu kaybetti.
Artvin’i hiç sevmedim! Ne biçim şehirmiş orası öyle? Şehir demeye 25 bin şahit lazım, nüfusu da hepsi o kadar zaten! Bir dağın dik yamaçlarına oturtulmuş çık çık, dön dön bitmeyen virajlar. Bulabildikleri azıcık düzlüğe de valilik binası yapmışlar zaten. Artvinlilerin niye oralardan kaçıp da Bursa’ya yerleştiklerini kenti görünce daha iyi anladım.
Memlekette pek çok camide sakal-ı şerif var. Pek çoğunun da nereden geldiği, kimin getirdiği bilinmiyor? Fakat doğruluğu yüzde yüz kesin olan bir tanesi var ki, o da Erzurum Ulucami’nin içinde duran. Çünkü Yavuz Sultan Selim Arabistan fethinin dönüşünde uğrayıp bırakmış oraya. Önceki yıllarda sadece kutsal günlerde açılıp sergilenen sakal-ı şerif için artık duvarda bir bölme yapılmış ve ziyaretçiler her gün rahatlıkla gidip oradan görebiliyorlar.
Çifte Minareli Medrese tadilattaydı içine giremedik. Fakat Artuklu-Selçuklu mirasının ziynetlerinden biri olan Yakutiye Medresesi ve oradaki taş işçiliği muhteşemdi.
Ayrı kategoride ama bir o kadar muhteşem başka bir şey daha vardı Erzurum’da, o da meşhur Kemal Koç’un dükkanında yediğimiz cağ döneriydi ki, tadı hala damağımda öylece durmakta. Gidenler uğramadan geçmesin derim.
Telkari ve tesbih ustalarının mekanı Taş Han ve Üç Kümbetler hazireleri de Erzurum’a gidilince mutlaka görülmesi gereken yerlerden.
Erzurum üzerinden Diyarbakır’a ulaşmak için Bingöl’e doğru yaklaştığımız sırada Bingöl-Erzurum arasında PKK’lıların yol kestiği ve bazı araçları ateşe verdiği haberini alıyoruz.
Ardından kimi dostlarımıza telefon edip de “o güzergahta çok sıkıntı var, Diyarbakır’a Bingöl üzerinden değil de Elazığ üzerinden ulaşın” yanıtını alınca çaresiz rotamız değişip, yolumuz uzuyor.
Ve biraz sonra gavur uşağı eşkıyanın silahsız 33 Mehmetçiği katlettiği Türk bayraklarıyla bezeli 33 Asker Anıtı’na varıyoruz.
Ne çok düşmanı var bu ülkenin, ne kadar çok da haini.
Yollar o dakikalarda çok tehlikeli.
Tek tük araba ya geçiyor ya geçmiyor.
Hava da artık kararmak üzere.
Bir an önce Elazığ’a varmak gerek.
YARIN: Diyarbakır, Hasankeyf, Midyat, Mardin, Şanlıurfa