Bana, emekli tabip general rahmetli Mehmet Ali Işığıgür’ün ismini vermişler. İsmail dedemin (Ekmekçi) görüştüğü çok iyi bir ahbabıydı Mehmet Ali Paşa. Denizciydi. Tümamirallikten emekli olduktan sonra uzun yıllar İstanbul’daki Memleket Hastanesi’nin başhekimliği görevini de yürüttü. Türkiye’nin sayılı kalp uzmanlarından biriydi. Ayda bir gün vakit ayırabildiği Bursa’da, Tahtakale semtindeki muayenehanesinin önünde her zaman uzun kuyruklar olurdu.
Annemle babam evlendikten yaklaşık bir yıl sonra eşi Günay hanımla birlikte düğün kutlaması için fırsat bulup da ancak gelebildikleri Keles’te, karşılarında dünyaya yeni “merhaba” demiş bendenizi bulunca iki mutluluğa birden ortak oluyor Işığıgür çifti.
Aile fertleri hemen oracıkta sessizce anlaşıp, bana paşanın isminin konulması yönünde karar alıyorlar.
Gelirlerken yanlarında bir de Isparta işi kocaman bir yün duvar halısı getirmişler. Uzun yıllar boyunca evimizin bir duvarını süslemişti o halı. Sahi, anneme bir sorayım, şimdi nerelerde duruyor kim bilir?!.
Ben isimlerin çoğu kez insanın karakterini yansıttığını ya da karakterine yansıdığını düşünenlerdenim.
Hele bir de kişinin atalarına ait ortak özelliklerini ortaya koyan soy isimleri vardır ki, pek çok defa o soyun genetik yapısını döker meydana.
Ha kendilerine “Arslan” denilip de “çiroz” ya da “Yiğit” denilip de “tırsık” çıkanlar yok mudur; vardır elbette?!.
Fakat toprağı bol olsun, aynen soyadına da işlendiği gibi aynı zamanda Türk Kalp Vakfı’nda da çok uzun yıllar boyunca bu ülkeye hizmet etmiş, binlerce hastanın derdine derman olup dünyaya “ışık saçmış” iyi, aydınlık bir insandı Mehmet Ali Işığıgür paşa.
Bizim “valide sultan” da bu isim meselesinde pek hassastır doğrusu.
“Gül” ismini çok seviyor ama “gülün ömrü kısa olur” diye düşünerek benden sonra gelen kardeşime “ömrü çok uzun olsun, hep gelişip büyüsün” temennisiyle “Gülfiliz” adını koyuyor mesela!
Ben de çok severim Gülfiliz’imi ve ismini.
Onun ardından gelenin adıysa Çiğdem.
Yalçın ve çoğu zaman da hırçın başı dumanlı dağların aralarındaki dingin, yemyeşil yaylalarda karın altında gelişip büyürler çiğdem çiçekleri ve baharla birlikte mor ve sarı renkli ilmiklerden desenler oluşturarak aynen ipek bir halı gibi kaplayıp süslerler yer yüzünü.
Keles’in Kocayayla’sı en çok sevdikleri yuvalarıdır. Mevsiminde bakmaya kıyamazsınız, aynen Çiğdem gibi son derece büyülü bir güzelliğe sahiptir onlar da.
Aman işte, dördüncü ve en küçüğümüzü de zaten geçerlerken sepetçi çingenelerden almışlar ve adına da “Şahin” deyivermişler öylece!..
Yiğit Ali, Cahit Sıtkı, Melih Cevdet, Sait Faik, Mehmet Kemal gibi çift isimleri oldum olası çok severim. Kendi adımdan da son derece memnunum. Hiç unutmam, Alevi vatandaşların oylarını toplamak için geçmişte kurulan Barış Partisi Bursa İl Başkanlığına beyaz kocaman pos bıyıkları olan bir “dede” atamışlardı. İl merkezinin yakınından geçerken uğrayıp bir tanışayım istemiştim. Alevi dedesi parti başkanı hürmet etti, iyi bir şekilde karşıladı beni. Sonra sordu:
“İsminiz?”
-Mehmet Ali
Sonra, “hımm” diyerek başını salladı dede.
“Çok güzel” dedi, “ne mutlu size. Hem Muhammed, hem de Ali!..”
İsimlerin ne olduğu kadar, onlarda kimin neyi gördüğü de çok önemlidir, işte aynen bu örnekte yaşandığı gibi.
Mesela ilk patronumun soyadı “Sönmez’di” yani, Sönmez Holding’in kurucusu merhum Ali Osman beye aitti.
Gerçi Ali Osman Sönmez’in oğlu Celal Sönmez soğuk kış günlerinde holding binasındaki makam odasında ısınmak için hala UFO kullanıp duruyor ama…
Sönmez ailesi hakikaten de kolay kolay sönmez yani, sahip oldukları menkul ya da gayrı menkulleri yedi göbek sülalesi yedi gece oturup Köşk Pavyon’da yedi ömür boyu çıtır çıtır yese yine de bitiremez yani!
İkinci patronlarım Orhan ve Turhan Gençoğlu kardeşlerdi. Macırlıktan dolayı genellikle “oğlu” ekiyle biten göçmen soy isimlerinde olduğu gibi aileninkinde de karakteristik bir anlam yoktu ama onların da babaları başşaklı bir adam olan “başarı, güç ve paraya mümin”, Bursaspor’un eski başkanlarından Mümin Gençoğlu’ydu.
Adnan Kahveci’nin cenaze törenine katılmak için Ankara’ya giderken bir trafik kazası sonucu kaybettik Mümin Aga’yı. O zaman daha Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Spor Kulübünde top koşturuyor, büfe işletiyor, sık sık omuzu çıkıyordu. Başbakan olarak keşfedilmediği için de duble yollar yapılmamıştı henüz!..
Ve Cavit Çağlar…
Hani nasıl dersiniz, gerçekten de devran dönüyor, hükümetler değişiyor, “çağlar geçiyor” ama çağlar boyunca Cavit Çağlar’ın çağı bir türlü geçmek bilmiyor şekil “a” da görüldüğü gibi.
Hangi hükümet gelirse gelsin Cavit Bey’in her işi halledilip, tastamam önüne konuveriyor bu memlekette yıllardan bu yana!
Ömrü uzun olsun, aynen soyadı gibi hala “çağlayıp, çağıldayıp duruyor” Cavit Çağlar.
Çağlar’ın Olay Medyasından sonra bir kez daha Sönmez Medya’ya döndüm. Alevi ve etkisi epeyce azalmış, cılızlaşmıştı ama hala bir türlü sönmek bilmiyordu yine Celal Sönmez’in bu şirketi. Motoru yağ yakıyor, su kaynatıyor ama ağır aksak yoluna devam edip gidiyordu işte.
Daha sonraki patronlarımla “televizyon yayıncılığı” alanında bir araya getirdi kader bizi.
Birinin soyadı Göktuğ, diğerininse Gökçen’di.
Öz Türkçe tanımlardı bu isimler. Gökçen “güzel hoş insan”, Göktuğ da “gök renkli tuğ sahibi” yani “bey” anlamını taşıyordu.
Her ikisi de günlük yaşamlarında taşıdıkları isimlerin hakkını fazlasıyla veren insanlardı.
Sonra yolumuz Meydan Gazetesi’ne düştü. Oranın sahibi iki meslektaşımız görünse de aslında parayı indirenin Bursa Büyükşehir Belediye eski Başkanı merhum Hikmet Şahin olduğu konusunda herkes hem fikirdi.
Aynen soyadında da görüldüğü gibi “şahin karakterli” bir insandı Hikmet Şahin. Kararını verdikten sonra hiç kimseyi dinlemez, hedefinin üzerine aynen bir şahin gibi yıldırım hızıyla dalardı.
Bu gün, diğer iktidarlar tarafından on yıllar boyunca çözülemeyen Acemler Köprülü Kavşağı hayat bulduysa, kent ulaşımındaki daha benzer pek çok sıkıntılı geçiş noktası yıldırım hızıyla çözüldüyse, Ankara yolundaki bat-çık ve köprüler yapıldıysa, Nilüfer Vadisi yemyeşil bir cennete dönüştürüldüyse, Kültürpark mezbelelikten kurtarılıp, pırıl pırıl hale getirildiyse, beceriksizliği Bursa yerel yönetim tarihine geçen DSP’li Erdoğan Bilenser’in açılmışken üstünü kapattığı Haşim İşcan metro tüneli ve inşaatı tamamlanarak raylar Arabayatağı’na dek uzatılmışsa, Bursalılar klimalı vagonlarla tanışmışsa, yine merkezi hükümetin sadece 1 lira gibi sembolik bir bedelle Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne bağışlamasına rağmen, “bizim burayı yapacak paramız yok” diye Merinos fabrika binası ve arazisini iade eden Bilenser’den sonra göreve gelen Hikmet Şahin’in işi ele alması sonucu orada uluslararası ölçekte dev bir kongre ve kültür merkeziyle muhteşem bir park varsa, yaşamı boyunca gittiği her siyasi partide her zaman “en başa” talip olmuş ancak hiçbir yerde başarı sağlayamayınca Faruk Çelik’in dümen suyuna girerek Hikmet Şahin’e karşı ısmarlama muhalefete kalkışmış Semih Pala, en son atadan kalan perdeci dükkanını da batırdıktan sonra şu kadarcık utanıp sıkılmadan, yıllarca yapımını eleştirdiği Merinos Kültür Merkezi’ne sandalyesini atıp oradan her ay bir dolu para indirebilyorsa, dahası kasım patı gibi kasım kasım kasılarak çektirip Facebook’ta yayınladığı fotoğrafların altına habire “ben ne kadar iyiyim, ben ne kadar başarılıyım, ben ne kadar çalışkanım, ben ne kadar güzelim, zaten pıyıklarım da pek güzel, nenem de çok güzelmiş, ben neymişim be abi” kıvamında lakırdılar yazıp da hala o doymak blmeyen egosunu tatmin etmeye çalışıyorsa, biliniz ki aynen Semih Pala gibi tüm bunlar için Hikmet Şahin’e çok şey borçludur bu kentte yaşayan herkes!
Ve daha sonra Salih Demirci’nin Yeni Dönem Gazetesi’nde yazdım. Salih de aynen bir “demirci” gibi sabırla emek sarf edip şekillendirdi sıfırdan kurduğu gazetesini ama kız en sonunda yanlış yere, yanlış ellere gitti.
Önümüzdeki süreçte Yeni Dönem’in er ya da geç baba evine ya da başka bir kocaya gitmesi kaçınılmaz görünüyor.
Ve Hamza Eren’in Gazete Bursa’sı.
Kendisini bir kardeş, bir dost olarak ayrıca pek severim lakin, Hamza da tam anlamıyla soyadının hakkını veren patronlarımdan biri oldu benim için.
Ne zaman Hamza Eren “paraya erdi”, işte o vakit bir dakikada sattı bizi kerata!
Bir de gördük ki bizim Hamza, Züğürt Ağa Filmindeki karakterin Haraptar Köyü’nü satması gibi hiç kimseye haber vermeden Gazete Bursa’yı sessizce pazarlayıp, paracıklarını da yanına alarak üstüne bir de Antalya’ya tatile gitmiş!
(Bu arada, Hamza kalan paramı bir an önce öde, buradan tüm perde arkanı açıklarım, ona göre bak, demedi deme!..)
Ne diyorduk?
Şu kadere, şu tesadüfe bakın ki Hamza’dan Gazete Bursa’yı satın alan kişinin soyadı ne biliyor musunuz?
“Karabulut”!..
Bizim Muharrem Karabulut, “karabulut” gibi gazeteye mi çökecek yoksa, birilerinin başına mı onu hep birlikte izleyerek göreceğiz?!.
Ve gelelim şimdiki son patronuma yani, Yeni Marmara’nın en büyük hissedarı olan muhtereme…
İşe bakın ki, onun da soyadı “Efe” arkadaş!..
Orhan Efe’nin efeliği öyle dandik dundik, tırışkadan bir efelik filan değil ha!
Çevremdeki insanların yaşam öykülerini dinlemeyi çok seviyorum ben, aynı zamanda sizlerle paylaşmayı da elbette, günün birinde onun hikayesini de yazarız ama Orhan Efe henüz 15-16 yaşındayken kendisine yapılan haksızlıklara daha fazla dayanamayıp yanına bir mavzer, bir kuşak fişek, bir de çifte kırma av tüfeği alarak öfkeyle gittiği kendi okuluna baskın düzenliyor!
Ve orada Yenişehir’in başsavcısıyla dönemin kaymakamını saatlerce esir tutarak günler boyu ülke gündemine oturuyor.
Boru değil, bu Efe tam efe yani.
Açıkçası şimdiden ben de çok merak ediyorum. Bu yeni başlayan “Yılmaz ve Efe” birlikteliğinden önümüzdeki günlerde ortaya nasıl bir sonuç ve nasıl bir tablo çıkacak acaba?!..
Üç kağıtçılar, yalancılar, hırsızlar, haramzadeler, iftiracılar, hainler, bölücüler, din satıp, dinden geçinenler, gavur uşakları, zalimler, hayvan sevmezler, insan sevmezler, ırkçılar, faşistler, din yobazları, solcu yobazlar, sahtekar gazeteciler, mankafa çevreciler, eylemlerden beslenenler, egoist politikacılar, hampacı bürokratlar ve niteliklerini buradan sayamadığım bilumum zararlı zevat, sizler hariç…
Hepinize gönül dolusu sevgi gönderiyorum, hoş bulduk efendim.