Dün akşam Rafet Alan'la birlikteydik, Osman Güleç'in atölyesinde.
Bizim Zülfikar Yüksel'in neredeyse 30 yıl öncesinde işlettiği bir restoranı vardı Mihraplı Köprüsü'nün yanında.
Oradan kalan bir pizza fırınını getirip, vakti zamanında Osman'ın dükkana koymuş.
Bırakın modası ve işlevinin geçmesini, fırın artık yıllar yılı fare yuvası haline gelmiş.
Her karşılaştığımızda "Ya", diyorum Zülfikar Yüksel'e, "verelim şunu bir hurdacıya, hiç olmazsa belki bir akşam yemeği parası çıkar bize"?
"Olmaz" diyordu her seferinde, "o fırın bir vakitler İnoksan'ın ürettiği en kaliteli cihazdı. Hem ben onunla ileride pizzacı dükkanı açacağım".
Abi, vardır herkesin bir hayali.
Mesela Orhan Holding'in kurucusu İbrahim Orhan yıllarca Yalova Yolu'nda Kumluk Restoran'ı işletmeye çalıştı ancak, yürümedi.
Demek ki adamın genlerinde "hancı" olmak gibi bir harita bulunuyormuş atalarından kalan.
Alın size diğer örnek Cavit Çağlar...
Ruhunda sanayici değil, "otelci" olmak arzusu taşıyormuş meğerse.
Ne zaman ki hem İstanbul'da, hem de Bursa'da otel sahibi oldu adam, mutluluğu buldu, mutmain oldu resmen!
Bizim Zülfikar'ın düşü de pizzacı olmakmış meğerse.
Neredeyse Safiye Ayla'nın öldüğü yaşa gelmek üzere olan fırınına kıyamadı bir türlü yıllarca!
Osman'ın orada otururken Rafet aradı.
Bu arada Rafet de uzun zamandır "hurda" işleri yapıyor.
"Gel len buraya keraneci" dedim; yarım saat sonra geldi.
"Kaç para veriyon bu fırına?.."
Osman'ın tahmininin 3 misli miktara anlaştık!
Hülasa, İnan Kardeşler Restoran'da dört kişilik masanın bir akşam yemeği parası çıktı bize.
Artık ne zaman yeriz, onu bilemem; para bende?
Sonra, dereden tepeden sohbet...
Geçmişte "Bursa'nın Ünlü Söğüşçüleri" başlıklı bir yazı kaleme almış, başköşeye de bu "Rafet Alan'ı" koymuştum.
Nasıl koymayayım, adamın soyadı "Alan", veren değil ki?!.
"Abi" derdi eskiden, "bugün kendime bir sponsor arıyorum. Beni bu akşam Arap Şükrü'ye götürüp, yedirip içirecek; sonra da Köşk Pavyon'da eğlendirecek bir sponsor"!
Ardından da eklerdi:
"Bu sponsorlara eskiden biz 'keriz' derdik, şimdi yeni adları 'sponsor' oldu!.."
Meğerse benim yazımdan sonra Rafet'in adı "Söğüşçü" kalmış!
"Dayı" dedi geçen akşam, "arada bir açıp bakıyorum, senin o yazı tam 150 bin okunmuş"!..
Ya şimdi, AK Parti İl Başkanı Ayhan Salman ipin ucunu saldı, "yeniden aynı göreve aday olmayacağını" açıkladı ya?..
Peki, yerine kim gelecek?
Bundan 20 sene önce olsa hantır hantır araştırır, politika kulislerinden malumat toplayarak bunu öğrenmeye, sonra da yazmaya çalışırdım!
Şimdi diyorum ki, "Kim gelirse gelsin ya"!..
Bursalılara, okurlara giren çıkan mı var?
Bugüne dek Ayhan kaldı da ne girdi çıktı?
İster Ahmet gelir, ister Mehmet, isterse Rafet!
Gelince öğreniriz nasılsa.
Bursa'da CHP'nin başında İsmet var, İyi Parti'nin başında kısmet, MHP'nin İl başkanı kim, onun adını bile hatırlamıyorum...
Ne faydaları var memlekete, sana bana?
Siyasetin adı mı kaldı memlekette?
Herkesin hayattaki tek projesi bir an önce kapağı Ankara'ya atıp, milletvekili olabilmek!
Mesela Bursa'nın CHP'den tam iki dönemdir aday gösterilen bir milletvekili var, "Nurhayat" diye...
Ne yararı oldu insanlara şimdiye dek, kocasının ve kendi akrabalarını danışman yapıp, Meclis'ten maaş ödetmekten başka?
İçli köfte yapımcısı, balkonun eprimiş gülünün "toprak adam, toprak" adam diye aklınca yüceltmeye çalıştığı ancak, kimsenin bunu yemediği Orhan Sarıbal örneğin...
Adam toprak değil, "toprak ağası" resmen!
Yerel seçimlerin hemen ardından dikkat edin, CHP'li değil, HDP'den seçilen belediye başkanlarını gidip ziyaret edecek kadar da bu devlete, bu millete bağlı bu ballı Orhan!
Giderken de yanına kimi alıyor biliyor musunuz, bir zamanların meşhur konkencisi, SHP'nin artık gebermeye yüz tuttuğu zamanlarda adam yokluğundan parti meclisi üyesi yapılan, hala da bunu satarak CHP'de kendine yer bulmaya çalışan Güler Buğday'ı!
Bir önceki dönem genel başkan yardımcısı yaptığı bu Orhan Sarıbal'ı parti meclisine bile yazamıyor Kemal Kılıçdaroğlu ancak sonradan, "tarım politikaları" konusunda danışman alıyor yanına!
Armut mu üretecek Çarkçı Kemal?
Muhtemelen değil, mutlaka parti kasasından ücret de ödeniyor bu arada kendisine danışmanlığından ötürü!
Yağma Hasan'ın böreği, ohh!
Bunlar mı kurtaracak memleketi?
Peki, yine CHP'de genel başkan yardımcılığına getirilen Lale Karabıyık'a ne demeli?
O da gidip Güler'in evinde bulaşıklarını yıkıyor!
O da Cumhuriyet'in ilk yıllarında Cumhuriyet yönetimince Tunceli taraflarından Bilecik'e sürgün edilen bir ailenin mensubuymuş bu arada!
Şimdi kalkılmış, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı yapılmış!
Ne demokrasi be!
Kim ne olursa olsun, ister Alevi, ister Sünni, ister ateist, ister deist ancak, CHP'nin tamamen bir mezhebin kontrolüne girmiş olması, bu ülkede her seçimde oraya oy veren insanlar için büyük bir talihsizlik.
Peki ya AK Partili milletvekilleri?
Çoğunun adını bile bilmem!
Yoklar çünkü!
Ancak her zaman çalışkanlığıyla göz dolduran Mustafa Esgin'i tek geçerim!
İşte onun için Ayhan Salman gitmiş, yerine Hüsamettin Sallamayan gelmiş, artık kime ne?
Onun için de politika kulislerine çok girmiyorum.
Renkli insan manzaraları daha çok ilgimi çekiyor son zamanlarda.
Söğüşçü Rafet Alan mesela, izin verse de hayat hikayelerinden kesitler anlatsam sizlere 150 bin değil, kesin 550 bin okunur!
Tam kestane zamanı şimdi.
Keles'ten sevgili kardeşim Abdullah İlman "Abi, senin için birkaç kilo kestane hazırlattım, bu tarafa geldiğinde mutlaka uğra da vereyim" dediğinde bilemezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu!
Nasıl bir lezzet, nasıl bir lezzet...
Çocukluğumda Cuma günleri kurulan pazarda Şekerci Ali, bir gün önceden bakır bir kazanın içinde kaynattığı kestaneleri satardı.
İşte 25 ya da 50 kuruşa, bir kağıttan yaptığı külaha "peygamber hesabıyla" tarttığı kestaneleri doldurup, tezgahının ardından uzatırdı bizlere.
İnanır mısınız, 50 yıl önceki aynı lezzeti aldım, Apo'nun verdiği kestanelerden.
Şimdi pazarlarda satılanların filan hepsi hikaye!
Saman gibi tümü.
Meğerse Keles'in, Pelitören Köyü'nde yetişen, genetiği hiç değişmemiş ürünlerdenmiş onlar.
Nasıl bir lezzet, nasıl bir lezzet, anlatamam sizlere.
Her yıl Araplar gelir, parasını da peşin ödeyerek neredeyse tümünü satın alıp götürürlermiş ürünün.
Neyse, birkaç kilo daha bulacak Apo bize.
Sevgili Sevinç (Feyzioğlu), hamsi yemeğe gelmiyorsan eğer, kestane pişireyim sana?
Uzun bir zamanın ardından İlkay aradı dün telefonla beni.
İlkay Balaban, Bursa'nın en etkin, mesleğinde en başarılı gazetecilerindendi.
Bu mesleğin çirkeflerinden bıkıp işine ara verdi ve Çakır Okulları'nda yönetici olarak çalışmaya başladı.
İyi de yaptı.
Kalitesiz, eğitimsiz, korsan kitap tezgahtarı ancak, kendisini Abdurrahman Çelebi sanan eski kestane, Juti-Sütsal dondurması satıcılarının eline kaldı gazetecilik günümüzde artık.
Bir de arada bazı "leşler" var ya?
Onlar da kepazeliğin tuzu biberi!
İşte bundan uzun yıllar önce İlkay ehliyetini yeni almış, bir de Volkswagen marka tosbağa otomobil edinmiş kendine.
Çok da acemi.
Yolda araç bir sağa, bir sola doğru gidip geliyor.
Olay'da çalışıyorum o senelerde.
Ya oradan ya da tam hatırlayamıyorum, Şaziye Sezginer'in işlettiği "atçılık kulübünden" dönüşte, "Ben bırakayım sizi eve" dedi?
Bilemezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu bu derde düşmeden önce!
Yani eve mi gidiyoruz yoksa az sonra kabristana mı anlayamıyor insan!
Onca heyecan ve gerilimden sonra artık yaklaştık neredeyse.
Kayhan'dan yukarıya, Ünlü Cadde'ye doğru ışık hızına yakın bir süratle bir sağa, bir sola doğru yalpalayarak bir korku filminin içerisinde ilerliyoruz.
Pideli Köfte kebapçısı İdris'in hemen karşı köşesinde seyyar satıcı bir adam arabasıyla közde kestane pişirip satıyor...
Ve arada az bir mesafe kala sürücü koltuğundaki İlkay'la göz göze geliyor adam.
Gelişimizdeki vaziyeti gören kestaneci, bir saniye içinde karar veriyor ve tekerlekli arabasını tuttuğu gibi son sürat köşeden kaçmaya başlıyor!
Kulakları çınlasın, Ömer abinin (Göktuğ) bir lafı vardır, ayıptır söylemesi, "Acemi şeyden, şey bile korkarmış" derdi sohbetlerimizde!!!
Kestaneci adam, İlkay'ın acemi olduğunu daha karşıdan anlayınca öyle bir kaçış kaçtı ki, yıllardan beri bu olayı her anışımızda yarıla yarıla güleriz kendisiyle.
Yine çok güldük.
Ben anı ve insan biriktirmeyi seçtim hayatım boyunca hep.
Bizim Vedat Kantar'ın son zamanlardaki hobisi "atçılık".
Yarışlardan çıkma muhteşem bir Arap atını satın alıp, Ürünlü 'deki Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin yaptığı barınağa yerleştirmiş.
Başrolünü Steven Waddington'un oynadığı "Mohikanların Sonuncusu" filmindeki karakter gibi fırsat bulduğu her an gidip, "dıgıdık dıgıdık" biniyor "Kantar Bey" adını verdiği atına.
Her ikisi de nasıl mutlular, anlatamam.
Onlar, yüzlerine vuran rüzgarın esintisini hissedip, Yahya Kemal Beyatlı'nın "Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik" dizeleriyle adeta kuş gibi uçarlarken manejde, ben de bir kenarda seyisle sohbet ediyorum...
"Ne farkı var" diyorum, "bu yarış atlarıyla, rahvan koşan atların"?
Meğerse rahvan koşan at bu özelliğini atalarından miras kalan genlerinden alırmış.
"Abi" diyor, "şimdi buraya 15 tane yarış atı koyalım, bir de rahvan..."
-Eee?
"Hepsi manejde 15 tur dönsünler, yarış atlarının hepsi çatlar, rahvan koşan at hala devam eder. Yorulur, yine de durmaz. Vites küçültüp yine de yoluna devam eder."
Haa!
Ben atalarımızın Asya'nın binlerce kilometre uzaklıktaki steplerinden atlarının üzerinde koşarak geldiklerini sanırdım hep!
Meğerse Rahvan atlarına binip gelmişler.
Rahvan, dayanıklılığı, kendine özel yürür gibi koşmasıyla, bir Türk atıymış.
Rahvan gelmiş atalarımız ta buralara kadar.
"Aslında" dedi çocuk, "Bugün Arap atı diye bilinen tür de Türk atıdır. Onlar da meydan muharebelerinde süvari atı olarak kullanılırlardı geçmişte."
Vayy!
Neler öğreniyor insan...
Estane mestane, yarım kilo kestane; fışş!
Hadi size iyi günler.