Bursa’da kadılık da yapmış olan Osmanlı’nın 4’ncü şeyhülislamı Şemsuddin Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî yani, asıl tanındığı ismiyle Molla Gürani’nin kentimizde yaptırdığı bir de camisi vardır.
Kale içinde onun adını taşıyan bir mahalle de bulunan Molla Gürani aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in de hocasıdır.
Hem Fatih’in kendisi, hem de saray halkı tarafından çok sevilip sayılan Gürani hiçbir şeyden korkup çekinmez, en ağır, hiciv dolu iğnelemelerle öğrencisini yanlış işler yapmaması konusunda sürekli uyarırmış.
Bir gün Molla, Fatih Sultan Mehmet’in sofrasında yemek yiyiyormuş.
Diline doladığı bir nasihati orada yine sarf etmiş:
“Haramdan perhiz eyle!..”
Hocasına saygıda kusur etmeyen ancak yine söylenen bu lafın altında da kalmak istemeyen padişah şu yanıtı vermiş:
“Soframızda haram lokma varsa siz de yemiş bulunuyorsunuz hoca efendi!..”
Öğrencisi nüktedan olur da hocası ondan aşağı kalır mı hiç?
“Benim önüme helali düşmüştür” diye yanıtlamış talebesini!
Bunun üzerine az sonra hocasının başka bir yere bakmasından istifade eden padişah, sinideki sahanı olduğu yerde çevirmiş ve biraz sonra Gürani’nin oradan da yediğini gördükten sonra yine konuşmuş:
“Siz şuraya bakarken sahanı çevirmiştim hocam! İşte şimdi siz de haram yemiş oldunuz!..”
Yanıt yine hızlı ve çarpıcı biçimde gelmiş:
“Belli ki benim önümde helal, senin önünde haram lokma kalmadığı için çevirmiş olmalısın sahanı!..”
Ve Molla Gürani’yle başa çıkamayacağını anlayan Fatih gülümseyerek yemeğe devam etmiş.
Sizinle de paylaştığım bu nükte dolu fıkra Profesör Süheyl Ünver’in, “Fatih Devri Fıkraları” isimli çalışmasından.
Topkapı Sarayı mütevazı yapısı ve muhteşem güzellikteki çinileriyle hayran olduğum, her İstanbul’a gidişimde içimde tekrar tekrar gezme arzusu uyandıran, her köşesinde padişah ve şehzadelerin hüzünlü anılarını bulduğum çok özel bir yer.
Peki, çağ açıp çağ kapatan, aynı yerde, İstanbul’da kurulmuş olan Roma İmparatorluğu’na yine İstanbul’da son veren Fatih Sultan Mehmet neler yiyip içiyordu acaba Molla Gürani’yle birlikte o gün hiç merak ettiniz mi?
Domates henüz yoktu mesela o devirde, patlıcangiller familyasının bir mensubu olan domates henüz anavatanı olan Güney ve Orta Amerika’dan buralara gelmemişti.
Dolayısıyla salça da yoktu, fatih şöyle ağız tadıyla bir salçalı köfte olsun hiç yiyememişti.
Patates de yoktu.
Patatesi Avrupa'ya ilk kez İspanyalı bir fatih olan Pedro Cieza de León getirmişti.
Patatesin ekimi 1540'larda Fransa'da başladı.
Dolayısıyla Fatih şöyle ağız tadıyla kıymalı ya da kuşbaşılı patates olsun, üzerinde yağda kavrulmuş patates parçacıkları bulunan tas kebabı olsun, bir limonlu sarımsaklı ekşili patates kavurması olsun yiyememiş, patatesin lezzetini hiç tadamamıştı.
Dış saray anlamına gelen ve o büyük yapının asıl kalabalığının bulunduğu yer olan “Birun” bölümünde saray süvarileri, silahtarlar, ulufeciler, gureba, kapıcılar, çavuşlar, çadırcılar, çeşnigirler, ekmekçiler, aşçılar, solaklar, sekbanlar, zağarcılar, terziler, cebeciler, şahinciler, çakıcılar, İstabl-ı Âmire takımı, bu arada saraçlar, seyisler, nalbantlar, arabacılar, eşekçiler, deveciler ve sakalar gibi pek çok ocağa mensup insanlar yaşardı.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu “Fatih Sultan Mehmet” isimli kitabında şunları anlatıyor:
“Bunların arasında hicri 883 yılı için zikredebileceğimiz isimler şunlar olabilir:
Fatih Sultan Mehmet’in ekmekçibaşısı Şükrullah’tır.
Aşçıbaşının adı Kemal’dir.
Çaşnigirbaşısı Sinan beydir.
Terzibaşısı Muhittin’dir.
Fatih Sultan Mehmet’in saray hayatı hakkında bizi biraz aydınlatan ikinci vesika mutbak (mutfak) defteri hicri 878 yılının Şaban ayına aittir.
Bu defterden büyük hükümdarın bir ay içinde her gün ne yediği, saray mensuplarına her gün ne gibi yemekler çıktığı ve bu bir ay içerisinde saray mutbağı masrafının ne olduğu öğreniliyor.
Evvela şunu kaydetmek lazımdır ki bu bir ay içinde Fatih’in saray mutbaklarında 135 bin 363 akçe tutarında erzak sarf edilmiştir.
Bazı erzak, sebze, meyve vesaire fiyatları bize şirin kıyaslar yapma fırsatı verebilir.
Mesela bu deftere göre yukarıdaki tarihte sadeyağın okkası 8, zeytinyağının 6, armudun 5, üzümün 2, Eflak tuzunun 2, eriğin 5, narın 3, Malkara balının fiyatı 12.5 akçedir.
200 yumurta 23 akçe, 1.00 limon 70, bir tavuk 6.5, bir kaz 12 akçedir.
Mevacib defterinde sarayın Enderun ve Birun’unda en yüksek gündeliği olanlar müteferrikalardan 52 akçe alan Bafralı Mustafa Bey, 50 akçe alan Yörük Hasan Bey, 47 akçe alan Süleyman Bey, 40 akçe alan İshak Bey, 33 akçe alan Üveys Çelebi’dir; Hasoda gılmanlarından yevmiyesi en fazla olan Bahşaviş 4 akçe, hazine ve kiler koğuşlarından Mustafa ve Ahmet 2’şer akçe almaktadırlar.
Yevmiyesi 1 akçe olarak gösterilmiş kişi sayısı pek çoktur.
Bu gündeliklerin sadece birer cep harçlığı olduğu düşünülürse dahi faraza, sipahi oğlanlarından bir Şadgeldi’nin günde 10 akçe yevmiyesiyle bir kaz alamayıp da bir tavuk alabileceği ön görülse dahi, evlad-ı Timur’dan müteferrika Mehmet ve Ömer’in 4 akçe yevmiyeleriyle bir tavuk dahi alamadıkları, hatta yevmiyelerinin bir okka erik almaya dahi yetmeyeceği anlaşılır.
Aşçı yamaklarından bir helvacı Davut ise yevmiye 1 akçeden 15 günde nefsi için ancak bir okka bal alabilecektir…”
Ne kadar enteresan değil mi?
O devirde okkası yani 1283 gramı 6 akçe olan zeytinyağı üzerinden yürüyüp, günümüzde kilosu ortalama perakende 25 lira olan sızma yağın fiyatını baz alarak hesaplarsak eğer, 1 akçe bu gün yaklaşık 5 buçuk liraya denk geliyor.
Yani sarayın en yüksek rütbeli görevlisine her gün 250-300 lira yevmiye verildiği düşünüldüğünde ki, bu rakamın bir milletvekili maaşının veya kendisine devlette en çok para ödenen memur olan İçişleri bakanlığı müsteşarınınkinin yarısı kadar bile olmadığı düşünülürse eğer, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Osmanlı’dan çok daha zengin olduğu söylenebilir!
Peki ne pişiyordu Osmanlı saray mutfağında o dönemlerde?
Genç yaşta zehirlenerek öldürüldüğü söylenen Fatih Sultan Mehmet’in sofrasına neler konuyordu?
Onları da yine Reşat Ekrem Koçu’nun kitabından aktarayım:
“Yine bu mutbak defterinden öğreniyoruz ki, Fatih Sultan Mehmet’in sofrasına bu 878 hicri yılının Şaban ayında her gün balık, istiridye ve karides bulunmuştur.
Bundan dolayı büyük hükümdarın deniz nimetlerine karşı düşkün olduğu anlaşılıyor.
Fatih’in yediği yemeklerden bazıları şunlardır:
Pilav, tavuk, kaz, lapa, memune denilen helva, kavurmalı ıspanak, kavurmalı pırasa, baş, paça, borani, tavuk böreği, çeşitli turşular, peynirli lahana çorbası, tarhana, baklava, zerde, semiz otu, kaymaklı peynir tatlısı, mantı, peynirli pide, leblebi, çeşitli et yemekleri, çeşitli av etleri, muhallebi ve çeşitli meyveler
Bu bildiğimiz yemeklerin ve tatlıların 15’nci asrın ikinci yarısında Fatih Sultan Mehmet’in nefsine mahsus olarak ne şekilde hazırlandığı hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz fakat, yine bu mutbak defterinden öğreniyoruz ki, Fatih Sultan Mehmet arada bir kırmızı veya beyaz şaraba, türlü meyve şerbetlerine, bu arada nardenk şerbetine iltifat etmektedir.”
İşte bu gün de politika kulislerinden uzaklaşıp değişik, sıra dışı bir konuda sohbet ettik yine sevgili okurlar, iyi yapmadık mı sizce?