Yazarlar

Hakkımı helal etmiyorum!

post-img
Çatalfırın’daki kâgir yapının önünde duran Volkswagen marka minibüsün arka kapısından inip de tokalaşmak için sağ elini uzattıktan hemen sonra aklımdan geçen ilk düşünce şu oldu: “Ne kadar da küçük elleri var!..” Henüz 27 yaşımdaydım. Demokratik Sol Parti’nin Bursa İl Başkanlığı görevini yürütüyordum. Genel Başkan Bülent Ecevit’le ilk karşılaşmamız böyle oldu. Partide yardımcılığını yapan Rahşan Ecevit’le hem yüz yüze, hem de telefonla defalarca görüşmüştük. Ancak o gün bana çarpıcı gelen memlekette işçinin, çiftçinin, köylünün hakkını savunma iddiasıyla yola çıkmış birinin yaşamı boyunca hiç iş görmediği belli olan minicik ellere sahip olmasıydı. Hep birileri tarafından korunup kollanmış, el bebek gül bebek büyütülmüştü Bülent Ecevit. Liseyi Robert Kolej’de okumuş olması bile tam bir soru işaretiydi aslında ama kim görebilecekti o yıllarda asıl gerçeği? 1957'de Rockefeller Foundation Fellowship Bursu ile ABD'ye giden Bülent Ecevit, Harvard Üniversitesi'nde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine eğitim gördü. Yani özel olarak yetiştirildi! Bu sırada Ecevit'in sürekli “hocam” diye bahsettiği Henry A. Kissinger, Harvard Üniversitesi’nin rektörüydü. Harvard'da 1957 yılında, 1950-1960 arasında verilen antikomünizm seminerlerine sürekli Olof Palme, Bertrand Russell gibi kişilerle birlikte katıldı. Bu insanlar ülkelerinde zamanı geldiğinde komünizme karşı “sosyal demokrasi” adıyla başka bir kalkanın hayata geçirilmesi için yedek kuvvet olarak hazırlanıyorlardı! Amerika o sıralarda başka birine daha yatırım yapmak üzereydi: “Fethullah Gülen” Nitekim yıllar sonra FETÖ Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nun raporunda şu ifadeler yer alacaktı:  "Gülen 1962-1963'te Erzurum Komünizmle Mücadele Derneğinin kurucuları arasında yer aldı. Yurt dışı bağlantılarla ilk temasının bu dernek vasıtasıyla gerçekleştiği ve örgütün temellerinin bu süreçte atıldığı kuvvetle muhtemel." “Karaoğlan Efsanesi” bir kurguydu aslında, Rahşan Ecevit’le birlikte çizdikleri imaj bir algı yönetimiydi Türkiye siyasetinde! Üzerine sonradan yapıştırılacak mavi gömlek, kasket, özgürlüğü simgeleyen beyaz güvercin, halkçılık, hep bu projenin seçilmiş unsurlarıydı. Hem kim kimi alıp milletvekili yapar ki o yıllarda? Hele hele askerin himayesinde yol alan, İsmet İnönü’nün başında bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nde! 1957-1980 arasında önce Ankara, sonra da Zonguldak’tan Cumhuriyet Halk Partisi’nin hep milletvekili oldu Ecevit. 1960'ta Kurucu Meclis Üyesi, 1961'de Çalışma Bakanı’ydı. Şimdi sorsanız, halâ illüzyon halindeki bazı arkadaşlara o günleri, “Türk işçisi onun Çalışma Bakanlığı döneminde sendika, toplu sözleşme ve grev hakkına sahip oldu” diyecekler ve O’nu işçi dostu ilan etmeyi sürdüreceklerdir. Oysa işçilerin grev hakkı, 27 Mayıs Darbesi’nin ürünü olan 1961 Anayasası'nın 47. maddesiyle anayasal bir hak olarak tanınmıştı zaten. İşçilere verilen son derece geniş kapsamlı bir grev hakkıydı; bunun kullanımı konusunda hiçbir kısıtlama söz konusu değildi üstelik. Bülent Ecevit'in Çalışma Bakanlığı döneminde kabul edilen 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’ysa, grev hakkının kullanımına, çok önemli kısıtlamalar getirdi ne yazık ki!.. Örnek mi? “Grev hakkı yalnızca sendikalı işçilere tanındı. Sendikasız işçilerin grev yapma hakkı yoktu kanunda. Genel grev, dayanışma grevi, işyeri işgali, iş yavaşlatma türü eylemler yasadışı grev kabul ediliyordu. Bir toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresi içinde yeni bir çıkar uyuşmazlığı yaratılması ve buna dayanılarak grev yapılması yasaktı. Kamu tüzel kişilerince veya kamu iktisadi teşebbüslerince yerine getirilen su, elektrik ve havagazı istihsal ve dağıtımı işlerinde, eğitim ve öğretim kurumlarında grev yapılması yasaktı. Karar verilmiş veya başlamış olan kanuni bir grev, ülke sağlığını veya milli güvenliği bozucu nitelikteyse, Bakanlar Kurulu grev uygulanmasını 30 gün süreyle erteleyebilmekteydi. Bakanlar Kurulu, bu sürenin sonunda 60 günlük bir erteleme daha yapabiliyordu. Ayrıca kamu çalışanlarının grev hakkı yoktu. Bülent Ecevit, devlet memurlarının sendikalaşma hakkına da büyük zarar verdi aslında. 1961 Anayasası'nın 46. maddesi devlet memurlarına sendikalaşma hakkı tanıyordu. 1963 yılında Meclis'e sunulan Sendikalar Kanunu tasarısında, memurların da bu kanun kapsamında örgütlenmesi öngörülüyordu. Tasarının Millet Meclisi'ndeki görüşmeleri sırasında dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit'in verdiği bir önergeyle, memurlar kapsam dışında bırakıldı. “ Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı sicili işte aynen böyle; kaç kişi biliyor aranızda durumu? Geriye, Amerika’ya rağmen Ege Bölgesi’nde haşhaş ekimine izin vermesiyle, Kıbrıs Barış Harekatı kalıyor ki, haşhaş meselesi danışıklı “hamaset politikası” yapmaktan başka hiçbir şey değil bence! Nitekim yıllar sonra yine zamanı geldiğinde Apo’yu paket yapıp Türkiye’ye getirterek, Ecevit’i tekrar iktidar yapacaktı aynı güç odakları! Kıbrıs mı? Bu işte merhum Necmettin Erbakan’ın rolünü hep saklamaya çalıştı bazı mahfiller. Orada da Erbakan’ın ısrarına rağmen çok daha fazla ilerleyebilecekken, orduya neden “dur” emri verildiği konusu yakın tarihin muammaları arasındadır. Yine Erbakan’ın savunduğu gibi daha o sıra iki ayrı devlet kurmak yerine neden federasyona gidildiği çok büyük bir soru işaretidir?!. Başbakan olarak görev yaptığı dönemlerde halk ve halkçılık adına yaptığı hemen hiçbir iş, geride bıraktığı bir tek eser yoktur Ecevit’in, edebiyat dünyasında hiç değer bulmamış birkaç kuru şiirinden başka! Millet hurra Ecevit’in peşinden koştuğu için, İl binasının mozaik kaplı merdivenlerini Rahşan Ecevit’le birlikte çıktık üst kata hızlıca. Geniş salon hınca hınç dolmuş, insanlar merdivenlere taşmıştı. Türkiye genelinde yüzde 3, Bursa’da yüzde 7’ydi DSP’nin oyu o sıra. Almaya gelen hiç kimse yoktu, herkes idealist duygularla vermeye gelmişti o yıllarda. Çakmak, kalem satarak, düzenlediğimiz yemekli gecelerde çekilişler yaparak yaşatmaya çalışırdık partiyi. Yetmedi karımızın kolundaki bileziği, kara gün için biriktirdiğimiz Mark’ları koyardık ortaya. Sol yanıma oturan Bülent Bey ceketinin cebinden bir sigara çıkardı. Ben de görevli arkadaşa gözümle işaret ederek bir kül tablası getirmesini istedim. Az sonra da Ecevit’in önüne kondu kül tablası. Ve aynı anda sağ Yanımda oturan Rahşan Ecevit’in ileri doğru atılarak onu alıp, masanın diğer tarafına fırlatması bir oldu! Çaresiz, yakmaya fırsat bulamadığı o tek sigarayı büyük bir mahcubiyet içerisinde özenle ceketinin iç cebine yerleştirdi Bülent Ecevit; belki de tuvalette içebilmeyi düşlemişti, kim bilir?!. O yıllarda Ecevit’i solu bölmekle, sağa kaymakla, hatta faşist olmakla suçlayanların pek çoğu DSP iktidara gelince Ankara’ya gidip, gizlice milletvekili aday adayı oldu biliyor musunuz? Sadece 2 kişilik bir aile tarafından kurulup işletilen “anaerkil” bir partiydi DSP. İllerde, ilçelerde göreve getirilen yöneticilerin sinek kadar hükmü yoktu! Son kullanılma tarihleri geçince işlerine son verilir, nasılsa yerlerine atayacak birileri de bulunurdu sonuçta. İlk kez 7 milletvekili çıkarılan dönem hariç, örgütlerde çalışan hemen hiç kimse Meclis’e taşınmamıştı. Yıllarca gecesini, gündüzünü, çoluk çocuğunun nafakasını DSP için harcayan insanların küllüm hakları yenmişti Ecevit’ler tarafından. Düşünün, Rahşan Ecevit “örgütün dışından listeye bir Artvinli, bir de göçmen yazın” diye talimat veriyor, o sıra işsizlikten kahvede pişpirik oynayan Orhan Ocak, göçmen kökenli Hayati Korkmaz milletvekili oluyordu bir anda. Ömürleri boyunca DSP’nin yanından bile geçmemiş insanlar belediye başkanlığı, meclis üyeliği yaptılar bu partiden. “Hayırlı evlat gibi hayırlı Devlet” sloganıyla yola çıkan Ecevit’ler, sessiz sedasız evlat katli yaptılar yıllarca! Partilerinin adına “demokratik” tanımını koydular; şoförlerini, uşaklarını milletvekili yaptılar bu ülkede! Dürüstmüş, çalmamış… Neredeyse tüm ömrü boyunca bu millet milletvekili, başbakan maaşı ödedi Bülent Ecevit’e; sen neredeyse mezarda bile olamazken, ilaveten bir o kadar da emekli maaşı aldı lise mezunu Ecevit, daha ne kadar para verecek O’na bu Devlet?!. Hem “Güneş Motel’i” olayında bakanlık vaadiyle karşı taraftan 11 milletvekili götürmedi mi? Geçen akşam ölüm haberi duyulunca bizim romantikler Ecevit’in omuzuna yaslanmış Rahşan fotoğrafları paylaşarak, güya o büyük aşka atıfta bulunmaya başladılar. Tümüne bir kez daha tek tek baktım, gazeteciler fotoğraflarını çekip yayınlasın diye hepsi kurguydu! Hele hele dikenli çam pürçüklerinin üzerine oturarak verdikleri poz doğallıktan o kadar uzak, o kadar yapmacıktı ki gören gözler için! Bırakın aşkı meşki, Bülent Ecevit yaşamı boyunca hep Rahşan Ecevit tarafından yönetilen, hatta O’nun tarafından kandırılan şair görünümlü, sadece ağzı laf yapan bir adam oldu. Seçim arifesi parti meclisinde güya milletvekili listeleri oylanacak, sonra da seçim kuruluna verilecekti… Önce her ilin isimleri okunuyor, ardından da Ecevitlerin el kaldırmasıyla salondaki tüm eller birden havaya kalkıyordu. Bursa listesi okunduktan sonra Bülent Bey biraz durdu, sonra da biricik eşi, aşkı Rahşan’a dönerek sordu: “Hayati Korkmaz ve Ali Rahmi Beyreli niye yok?..” Rahşan sustu ve önüne baktı! Belli ki daha önce üzerinde birlikte çalışıp mutabık kalmışlardı ama Rahşan yenge bazı isimleri eşine çaktırmadan silip, yerlerine başkalarını yazıvermişti işte. Karşılıklı güven ve koşulsuz aidiyet olmadan gerçek “aşk” olur mu hiç sizce?!. Ölünün arkasından konuşulmazmış… Hadi canım sen de! Ölünün de konuşulur, dirinin de. Partinin en zor dönemlerinde Bursa İl Başkanlığını yürütmüş rahmetli Orhan Çetinkan, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Eski Üyesi merhum Mehmet Çelik, bundan kısa bir süre önce kaybettiğimiz DSP’nin emektarlarından Hüseyin Tosun, nur içinde yatsın değerli ağabeyim Selahattin Kaplanbaşolu ve “Çile Çiçekleri Hareketi’nin” tüm emekçilerini rahmetle, iyilikle, şükranla anıyor… Ve diyorum ki bugün: “Kimine göre aslında Bülbül Deresi Mezarlığı’na gömülmesi gereken Raşel, kimine göre Rahşan… Ben bu “Korkunç Yenge’yi”  iliğine kemiğine kadar tanıyıp yaşadım geçmişte ve O’na olan hakkımı helal etmiyorum!..”

Diğer Haberler