Yazarlar

Hasbihal

post-img
Şimdi tabii, Bursa'da yaşayan Eski Bakan Turhan Tayan'dan sonra en deneyimli, en birikimli isimdir Faruk Çelik. İşte onun için de her sözü, her hareketi dikkatle izlenip, değerlendirilmesi gereken insanların en başında yer alır. "Aynı fikrinizi koruyor musunuz" diye sordum telefonda?.. Malum, hani demişti ya "Cumhurbaşkanlığı seçiminin 50 artı 1 değil de 40 artı 1'le yapılması konusu tartışılmalıdır" diye? Bunu herhangi biri değil de Faruk Çelik söylüyorsa, işte orada durup biraz düşünmek gerekir... Yeni Anayasa değişikliğiyle ilgili "Öncelikle her şey, muhalefet partileriyle de bir araya gelinerek üzerinde çokça tartışılmalıdır" yanıtını verdi Çelik... Buna elbette kendisinin teklifi de dahil... Yeni hazırlığın "sistemi rahatlatacak, başkanlık rejimini daha da işlevsel kılacak bir amacı olduğunu" düşünüyor. Hissettiğim kadarıyla şimdilik pek topa girmeye de niyetli değil. "Mevlam ne eylerse güzel eyler, görelim bakalım ne eyler" kıvamında gibi sanki. Bu arada... Yeni Marmara mevkutesinin sahibi sevgili Orhan Efe'nin kuşu mu varmış yoksa, kuşunun başına mı yazdırıyormuş neymiş, bu işten zinhar zerre kadar haberim yok bunu iyi bilesiniz... Pek çok insan benim müstear isimle o yazıları kaleme aldığımı düşünürmüş meğerse! Bir tanesine şöyle bir baktım, "acaba gerçekten yazmış olabilir miyim" diye?.. Valla, ortasına kadar bile okuyamadım, bunu düşünmek yazarınıza hakaret olur zaten! Artık kim yazıyorsa, çok kötü bir taklitten ibaret, önemsenme kaygısıyla "o.uruktan tayyare, selam söyle o yâre" mantığıyla kaleme alınmış, beşinci sınıf bir kasaba muharririnin elinden çıkma uyduruk cümleler... Neyse... Orhan'ım bazen kırıyor kafayı böyle; yapar ara sıra! "Kuşunu üşütme Orhan'ım, bak kuş gribi var ortada! Nezle olmasın sonra!.." Türkçe'ye "Her Devrin Adamı" olarak kazandırılan "A Man for All Seasons" filmini izledim geçen akşam, ünlü düşünür, yazar, eleştirmen ve söylenir Can Ertan'ın önerisiyle... Valla sevgili Can Podyum Park'ta, karikatür sanatçısı Tayfur Şapolyo'nun yanına bir masa atsa, üzerine de "1 liraya film önerisi yapılır" diye bir pankart assa, paraya para demeyeceği gibi, tez vakitte kendi filmimizi kendimiz çekeriz inan olsun!.. Başka bir kadınla evlenmek için karısını boşamak isteyen İngiltere Kralı 8'nci Henry'le, bu duruma ister istemez karışan Sir Thomas More'un öyküsüdür bu. Sonu keskin bir baltanın ucunda biter. "Sana teşekkür ederim, beni Tanrı'ma kavuşturuyorsun" diye ölmeden önce celladına bahşiş verecek kadar yiğit bir adamın hikayesi anlatılır orada. En iyi film, yönetmen ve aktör Paul Scofield de dahil, altı dalda Oscar kazanan "Her Devrin Adamı", Leo McKern ve Orson Welles'li kadrosuyla gerçek bir klasik. Penceresi cam cama, ilk fırsatta kebap söyleyem Can amcama! Hep paylaşırım, en iyi yazı, en iyi kitap, size yeni sayfalar açtırandır... Filmler de öyle... İnsanı zenginleştirmeli, beslemeli... Sözünü ettiğim "baş yapıtı" izledikten sonra döndüm, "Magna Carta" üzerine tekrar uzun okumalar yaptım. Aslında anayasal hukukun büyük büyük büyük dedesidir Magna Carta. 1215 yılında İngiltere Kralı John abimiz tarafından imzalanıyor... Bir kralın kendi eliyle yetkilerinin ilk kez kısıtlandığı ve derebeylerine bazı haklar tanıyan enteresan bir belge. O sıralarda büyük amcamgiller Harzemşah Devleti'ni büyütmüşler, dedemgiller de Çin'deki Yuan Hanedanlığı'nı kurup, ilk imparatoru olmuşlardı! Koskoca Çin'i uzun yıllar boyunca Türklerin yönettiğini pek kimse bilmez mesela! Magna Carta her ne kadar bir "özgürlük belgesi" gibi sunulmaya çalışılsa da aslında muhatapları kral, papa ve baronlardan başkası değildi. Ülkedeki derebeyleri güçsüz düşen kralı sıkıştırıyor, Fransızlara yenik düşen John da "seve seve" yetkilerini kısıtlamak zorunda kalıyordu! Tam 150 yıl zaman aldı kraliyeti bu noktaya getirmeleri baronların. Yine de önemli bir dönemeçtir devletler tarihinde. Aslında iyi bilinmelidir ki çıkarılan tüm kanunlar varsılların hak ve menfaatlerini korumak için reaya yutturulan birer göz boyamadan ibarettir! Diğer taraftan bir kral ya da padişah hiçbir zaman için devleti kafasına göre tek başına yönetemez! Buna yeltendiği vakit diğer güç odakları tarafından tahtından alınır, üstüne üstlük Yedikule zindanlarına götürülerek yağlı kementle boğdurulur! Osmanlıyı yöneten hükümdarlar da hiç kuşkusuz dengeyi korumak zorundaydılar... Yerel otoriteler ya da üst düzey bürokratlar kendilerini, çoluk çocuklarının geleceğini ve edindikleri malları "vakıflar" sayesinde kurtarmaya çalışmışlardır bu coğrafyada. Elinde avucunda ne varsa oraya katarak bir vakıf kuruyor, vakıf evlatlarını ve mirasçılarını da kendi aile fertleri arasından seçiyor, böylece padişahın ileride el koymasını önlemeye çalışıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet'in 1000'den fazla vakıf malını devletleştirdiği, oğlu Beyazıt'ınsa yerel beylerin hışmından çekinip, bunları iade ettiğini yazar kaynaklar! Vakıf senedine padişah dahil, herkes uymak zorundadır. İki önemli bölümü olurdu kadılara onaylattırılan bu belgelerin: "Dua ve beddua!.." Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın Hicri 950 tarihli bir vakfiyesindeki dua şöyledir: "Her kimse ki vakıfların bekasına özen ve gelirlerinin artmasına itina gösterirse; bağışlayıcı olan yüce Allah'ın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükâfatı sayılamayacak kadar çok olsun. Dünya üzüntülerinden korunsun ve her türlü tehlikeden muhafaza olunsun." Gelelim beddua örneğine... Onu da Sultan 2'nci Beyazıt'tan alıyoruz: "Sultan, emir veya herhangi bir kimseye bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, başka hâle getirmek, iptal etmek, işlemez hâle getirmek, ihmal etmek ve değiştirmek helal olmaz. Kim onun şartlarını değiştirir veya iptal ederse haramı üstlenerek günaha girmiş olur. Günahkârların alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün, Allah onların hesabını görsün. Cehennemde zebaniler onları denetlesin. Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunları işittikten sonra, vakfı değiştirirse, onun günahı, değiştirenler üzerinedir. Kuşkusuz Allah, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez." Bu dünya Sultan Süleyman'a kalmadı gördüğünüz gibi, kime kalacak ki? Ancak, batıda örneklerine pek rastlayamadığımız "vakıf" geleneği aynı zamanda aç, yoksul, yetim, pek çok insanın ihtiyacını karşılamış, kanadı kırık göçmen kuşlardan tutun da sokak hayvanlarına dek pek çok canlı bu sayede yaşama tutunmayı başarmıştı. 1895 yılında Darülaceze'yi kurup, şimdiye dek on binlerce bakıma muhtaç, yaşlı, engelli, sokağa terkedilmiş insanlara bir yuva olan o eşsiz kurumu geride bırakan Sultan 2'nci Abdülhamit'i iyilikle ve şükranla anarak tamamlamak istiyorum bu günkü hasbihalimizi. "Ve bu ulu Hakan'a o acıları çektirenlerin soyu sopu kurusun, elleri cehennem ateşlerinde kavrulsun, küllerinden doğup, tekrar tekrar yansınlar, zebaniler en iyi yoldaşları, içinde katran kaynayan fırınlar yuvaları olsun, şişelerinin dibi delik, ağızları kitli kalsın, Allah onları davul etsin, iğneli fıçılara atsın, bildiği gibi yapsın!.."

Diğer Haberler