Yazarlar

Hayrünisa ablanın oğlan

post-img
Çok eğleniyorum yazarken ben ya!   Çok yaşayın, hep var olun siz.   Sabah kalktım, İstanbul’da yaşayan ama bence sürekli çalışıp, oranın onulmaz trafiğinde yıllardır dolaşıp duran kardeşim Şahin WhatsApp’tan tam 127 adet mesaj yazmış.   En sonuncusunu okudum, hemen aradım keraneciyi.   “Abi” dedi, “diğerlerini hiç okuma bari, dün gece şu halifelik meselesiyle ilgili taktım sana, sil hepsini hemen!..”   Önceki gün sevgili validemle tavla turu yaptık, burnundan soluyor, neredeyse evlatlıktan reddedecek beni yazılarım yüzünden!   O da “Hayrünisa’nın oğluna yanıt verecek misin” diye sormasın mı?!.   Hayrünisa ablanın oğlu kim, nerede yaşar, ne yer, ne içer hiç bilmem!   Meğerse Facebook’a mı ne bi yere o günkü yazımın altına yorum yapmış.   Ne gazetenin internet sayfasına ne de sosyal paylaşım sitelerine yazılarımla ilgili yapılan yorumları hiç okumam, ta ki birileri “hakaret” içerdiklerini söyleyene kadar.   O zaman da avukatımı sokuyorum devreye artık, ceza ve tazminat davası açıyorum, iyi geliyor!   Herkesin kendi düşüncesi kendine, benimkiler de elbette bana; beğenmeyen küçük kızına almasın!   Son yılların en neşeli mailini de bir saat kadar önce gördüm.   Yollayan kişi “İlhan Yardımcı” isimli bir amca.   Hiç yüz yüze gelmedik, kendisini gıyaben tanır ve bilirim.   Ben Yeni Marmara’da yazmaya başlayınca Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Efe’ye posta koyarak, “gazeteye Komünistleri doldurdun” diye yazarlıktan istifa edip, ardından ortaklıktan da ayrılmış!   Aynen şöyle demiş mesajında:   “Mehmet kardeşim.  Senin gibi olanlara Mevla  bazen böyle gerçekleri de yazdırır.  Hilafetin kaldırılmasında esas kimin, ne için kaldırdığını yazmamışsın.  Bir gün kütüphaneme gel, çayımı iç, dürümümü ye, görüşelim.  Sitemde ve yazar portalında yazılarımı oku.”   Ulan Güler Buğday bile CHP Genel Başkan Yardımcısı Lale Karabıyık üzerinde bu kadar kesif, bu kadar yoğun bir baskı ve tahakküm kurmaya çalışmıyor be!   “Bir gün kütüphaneme gel, çayımı iç, dürümümü ye, görüşelim!..”   “Benim gibi olanlara Mevla bazen böyle gerçekleri de yazdırıyormuş!..”   İlk fırsatta geleceğim İlhan abi, senin gibi bir muhteremle tanışmamış olmak benim için çok büyük eksiklik.   Hatta, sütler kaymak tutar tutmaz ordayım!   Yalnız, dürümün yanında çay değil de ayran rica edeyim mümkünse?   Bak şu işe, az önce de Zülfikar (Yüksel) aradı…   “Bak bii” dedi önce, ardından da ekledi:   “Bence sen ölümcül hasta değilsin, ağır bir terapiyle tedavi  edilebilirsin, biliyon de mi?!.”   Kendisiyle dalga geçmeyi başarabilen insanlara bayılırım; kendimi biraz da o yüzden seviyorum sanki!   Tarihi 8 bin 500 yıl öncesine dayanan Bergama antik kentinin agorasının yaklaşık 800-900 metre uzağında “Asklepion” isimli bir kompleks daha vardır.   Bir anfi tiyatro, kütüphane ve bir de hastaneden oluşur bu bölüm.   Sözünü ettiğim hastane insanlık tarihinin bilinen ilk şifa merkezidir.   Daha da ötesi ilk fizik tedavi kliniği de oradadır.   Hastaların şifalı kaplıca suları, çamur banyoları, müzik ve telkinle tedavi edildikleri hastanenin bir de önemli kuralı vardı o yıllarda.   Gelenler önce girişteki “Propylon” avlusuna alınırlar, sonra oradaki poliklinikte doktorlar tarafından muayene edilir, rahatsızlıkları eğer “ölümcül” değilse içeriye ancak öyle alınırlardı.   Öleceklerine kanaat getirilen kişilerse geri çevrilirdi!   Zülfikar Yüksel’in “Hilafet” için yazdığım yazı üzerine sarf ettiği  “aslında ölümcül değilsin, tedavi edilebilirsin” yorumu üzerine birden üzerimde tek parça Romalı giysisi, arp çalan kızların olduğu yemyeşil, yeni çiçek açmış mis gibi kokan mandalina ağaçlarıyla kaplı Asklepion bahçesinde düşledim kendimi.   Spinoza’yla birlikte dolaşıyorduk orada.   Taş duvarlarda yankılanıp kulaklarımıza ulaşan ilk çağ ezgileri müthiş bir keyif veriyordu her ikimize de.   Kil tabletlerden o dönemin ünlü ozanı Simonides’in şiirlerini okuyor, onlar üzerinde konuşuyorduk gezerken bir yandan da.   “Simonides’in bir hikayesinde anlattığı gibi tanrı başlangıçta “kadın aklını” bir dişi domuzdan yaratmış.  Bu kadının hem kendisi hem de evi pislik içindeymiş. Başka birini de dişi bir tilkiden yaratmış. Her şeyi bilen bu kadının sağı solu belli olmaz, iyiye kötü, kötüye de iyi dermiş! Başka birini de dişi bir köpekten yaratmış. Her şeyi duymak ve bilmek isteyen bu kadın sürekli gezer durur ve devamlı havlarmış. Bir erkek onu güzellikle veya zorla susturamazmış! Olympialı’ların topraktan yarattığı kadınsa bodur bir yaratık olup, iyiyle, kötü nedir bilmezmiş. Tek yaptığı iş tıkınıp durmakmış. Tanrı’nın “denizden” yarattığı kadına gelince… Bir gün güler ve mutlu olur, onu gören yabancılara “Dünyada bunun kadar güzel başka bir kadın yoktur” dedirtecek kadar sevimli olurmuş, öbür günse ne yüzüne bakılır, ne de yanına yaklaşılırmış! Tıpkı “okyanus” gibi değişken bir karakteri varmış bu kadının. Tanrının “kül grisi eşekten” yarattığı kadınsa pek çok zorluğa katlanarak eşek gibi çalışır dururmuş tüm ömrü boyunca.”   İsmi lazım değil, uzun süredir bana küsüp duran başka bir okurumla daha görüştük telefonla, “bana nevrotik demişsin” dedi lafın arasında sitem ederek!   Sadece sana demedim ki, tüm kadınlar için söyledim, “neredeyse tamamı en az 150 gram nevrotiktir” diye!   İnanmıyorsanız bakın kendinize!   İlk çağ filozoflarının bile çözemedikleri, üzerinde tabletler dolusu yazılar kaleme aldıkları “kadını” bugün dahi kim anlayabilmiş ki hem?   Yazılarımı herkes beğensin, bana katılsın diye yazmıyorum.   Tam tersi, zaman zaman aykırı fikirler paylaşıyorum ki tartışılsın, üzerinde düşünülsün biraz diye.   Çok az sayıda insanın katılması fazlasıyla yeterli benim için.   Beğenmeyenlerse İstanbul’dan aşşa, Kasımpaşa!   Spinoza’nın felsefesini benimsiyorum bu konuda.   Yerleşik inançları çok küçük yaşlarda sorgulamaya başlıyor Spinoza ve bu nedenle mensubu olduğu Musevi cemiyeti tarafından da aforoz ediliyor.   Bırakın kült inançları, değer yargılarını,“atomun” bile parçalanabileceğini ortaya koyan Einstein de bir Spinoza’cıdır mesela.   Ünlü bilim adamının "Ichglaube an spinozasgott, der sich in der gesetzlichenharmoniedesseiendenoffenbart, nicht an einengott, der sich mit schicksalenundhandlungen der menschenabgibt." dediği ve türkçesiyle aşağı yukarı "ben Spinoza'nın tanrısına, kendisini dünyanın kanunî ahenginde dışavuran tanrıya inanırım, insanın kader ve eylemleriyle uğraşıp duran tanrıya değil" dediği filozof o filozoftur işte.   Düşünür’ün “Etika” isimli eserinde anlattığı gibi benim beynimde aracılar, tabular, mitler, değişmez inançlar yoktur, geçmişte aydınlığa boğarak öldürdüm hepsini, tabii bedellerini de ödeyerek!   İşte onun için resmi tarihin bellettikleri muteber değil benim için, okuyup, öğrenip, akıl süzgecinden geçirdiklerimdir aslolan.   İşte onun için ey okur…   Biliyorum, değişmek senin için dünyanın en zor şeyi.   Hep aynı şekilde kalmak istiyor, kafandakilerin değişmesi olasılığı karşısında bile büyük bir huzursuzluk yaşıyor, hatta acı çekiyorsun.   Fakat adına hayat denen olgu bir “karşılaşmalar” alanıdır aslında.   Her varlık diğerleriyle arasında gelişecek zorunlu karşılaşmalar ya da yüzleşmeler sonucunda zamanla mutlaka değişecektir günün birinde!   İşte bunun adı “ötekileşme” değil, gelişme, “ilerlemedir” aslında.   Bunu oturup bir düşün lütfen?   Gerçekte ne kadar özgürsün?   Bugüne kadar yaptığın eylemleri ve düşünce kalıplarını sen mi ürettin, kendi iradenle mi yürüdü her şey?   Ne kadar özgürsün, ne kadar özgürdün hele bir düşün bakalım?   Ve Hayrünisa ablanın oğlan…   Annenin hesabından yazma bir daha, kocaman adam olmuşsun, kendi nam-ı hesabına konuş.   Spinoza’nın şu fikrine ilişkin görüşlerini de bekliyorum senden, söz, o zaman okuyup, yorum da yazacağım altına.   Anneye babaya selam bu arada:   “Tanrı ya da Doğa, olmakta olan ne varsa, her şeyin varlığa geliş ve çözülüşlerinin gerçekleştiği, sürekli varlık türeten, yeniden türeten, çözen, başka türlü türeten o tek ‘oluş gerçekliği’nin ta kendisidir.”

Diğer Haberler