Özetle, bir halkın coğrafi sınırlarını, politik durumunu veya geleceğini diğer devletlerden bağımsız olarak özgürce belirlemesi durumuna “self determinasyon” denir.
Yani, “halk ister, Halkbank yapar” vaziyeti!
Peki ne yapar?
Sisteme egemen olan ve savaş aletlerinin kumandasını elinde tutan güçler “demokrasi-cumhuriyet” gibi yalanlarla milletin anasını beller!
Orta Asya bozkırlarının üzeri karla kaplanmış gibi “bembeyaz” kesilmesine çok şaşırmıştım!
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yöneticileri ki, dikkat edin sanki işlevsel bir şeymiş gibi burada da kakalanıyor “cumhuriyet” insanlara, özellikle ata yurdu o coğrafyada bulunan Türklerin ekilebilir arazilerini birer pamuk ambarı olarak görmüşler ve basmışlar suyu!
“Daha fazla ürün alacağız” zannıyla yapılan bu aşırı sulama da 70 sene boyunca toprakta bulunan tuzu alıp, çıkarmış yer yüzüne!..
Şimdi o arazilerin yeniden verimli hale gelebilmesi için en az bir 70 sene daha geçmesi gerek!
Gençliğimizde yaptığımız siyasal tartışmalarda biz buna “sosyal emperyalizm” yani, “sosyalizm kisvesi altında yapılan sömürgecilik” derdik!
Kimi angutlar da SSCB’yi kutsarlar, bir ilah gibi görürlerdi oranın kuramcılarını; Anadolu’daki en verimkar yatırlar halt etsindi yanlarında, adeta tanrısallık atfederlerdi Komünist Parti, Politbüro üyelerine!
Oysa zihinlerimizde eşitlik, adalet ve hümanizm bayrağını dalgalandıran “proleterya diktatörlüğü” o kadar öcü bir şey olabilir miydi hiç?!.
Soljenitsin’in, Gulag Takım Adaları isimli kitap serisini okuyamamıştık henüz, “Felsefenin Temel İlkeleri” vaya “Das Kapital’i” hatim etmekten; Adolf Hitler’in “Mein Kampf’ını” edinmekse öyle her babayiğidin harcı filan değildi!..
Gerçekten de Sovyetler Birliği, bu gün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin deyişiyle “Ukranya’da” olduğu gibi göç ve asimilasyon politikası uygulamış, cendereye aldığı tüm üye devletlerde Rus nüfusu en az yüzde 30’larda tutmaya özen göstermişti…
Kimini pamuk, kimini ipek, kimini tarım, kimini uzay çalışmaları için ayırmış, kiminin madenlerini, kiminin ormanlarını, kimininse petrolünü sömürmüştü yıllarca…
Aç bir canavardı insanoğlunun kurduğu bu yeni düzen…
İlk önce düzüp, katlettiğiyse gariban işçi ve köylülerden başkası değildi!..
Bu gün Rus KGB eski üyesi Putin’in etrafında toplanan Türki devlet liderlerinin hemen tamamı eski Komünist Parti politbüro üyeleri veya yancılarından ibarettir!..
Ne dün ne de bu gün Bolşevik Lider Vladimir Lenin’in 1914 tarihinde yayınlanan “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” isimli eserini hiç sallamazlar, sallamadılar her nedense!
Onlara göre en büyük hak, partinin hakkıdır!..
Gerek Lenin, gerekse Stalin’in ağızlarına sakız ettikleri “self determinasyon” hakkı kulağa hoş gelse de öncelik Komünist Parti’nin çıkarlarınındır!
Bunlara göre her şey ideolojiktir, fotoğrafın arka planındaysa ekonomik çıkarlar yatmaktadır!..
Çok severim, Ordinaryus Profesör Ali Fuad Başgil, "Milli egemenlik ilkesi, demokrasinin bugün uygulanması mümkün olmayan yegane şeklidir" der.
Demokrasilerde milli iradenin üzerinde hiçbir güç yoktur (Lafta!).
Demokrasi, milletin kendi kaderini kendisinin çizmesidir (Hikaye!).
Al çiz, kim çizebilmiş ki zaten tarihte bir-iki köle ayaklanmasının haricinde (Kapak!)?
İster azınlık olsunlar, ister çoğunluk, bu gün Ukrayna’da yaşayan insanların kendi kaderlerini tayin hakkı neden yok?!.
Eski günlerine dönmeyi hayal eden Rus milyarderler uygun görmüyorlar mı yoksa?
Yoksa koskocaman bir “balon” mudur bu söylem?
Bursa Osmangazi Belediyesi son zamanlarda son derece başarılı ve güzel kültür-sanat faaliyetleri sunuyor insanlara…
Tıklım tıklım dolan salonlarda hoş anılar biriktiriliyor…
Kültür İşlerinden sorumlu Müdür Gülşah Cebelli Öncel’in birikimi sayesinde kotarılıyor bu ses getiren organizasyonlar…
Başkan Mustafa Dündar sanırım sakallı ve bıyıklıların yanı sıra, genel kültürü “ilahilerin” ötesine ulaşmış akıllı hanımların katkısını da önemsemeye başlamış!..
Çocukluğumda, babamın burunlu otobüsüyle her Bursa’ya gidişimde yolculardan duyardım yakınından geçerken:
“Bak, burası Müzeyyen Senar’ın köyü…”
O sıralar açlık, yokluk, sefalet, özellikle tarlada iş yapamayacak kız çocukları için, “bakacak bir kapı bulunsa da şu çocuğu evlatlık versek” düşüncesi hakim köylerde.
Üst yok, baş yok, yalın ayak, miniklerin başı kabak!..
Kimin nesi, kimin fesiyse artık, İstanbul’dan bir aile geliyor eski adıyla Keles’in Gövez, yeni ismiyle Gököz Köyü’ne…
Ve alıp gidiyorlar Müzeyyen’i…
Kendi kaderini yaşıtlarıyla eşit koşullarda kendisi belirleyemiyor bu sümüklü, kirli, saçları dağınık minik kız çocuğu!
Görünürde film gibi olay lakin, kül kedisi misali köle formatında kullanılıyor, büyüyene dek gittikleri yerlerde evin tüm işlerini görüyor bu yavrular evlendirilene dek…
Bir de hanenin ergen oğlu veya ailenin babası tarafından gerçekleştirilen cinsel taciz ve tecavüz hikayeleri var ki, bu acıklı sahneleri gözünün önüne getirince insan, “Müzeyyen acaba bunlardan dolayı mı kekeme kaldı” diye düşünmeden edemiyor doğrusu!..
Kim bilir?
Nitekim 12 yaşındayken üvey babasıyla yaşadığı yeri terk edip, Üsküdar’da evi bulunan üvey annesinin yanına taşınıyor!
Ancak, kendi kaderini yine kendinin belirleyemediği kesin!
Üsküdar Musiki Cemiyeti, gazinolar falan derken bir gün Kazancı Yokuşu’ndaki evin kapısını saz üstadı Nubar Tekyay çalıyor:
Yıl 1936…
“Hadi kızım hazırlan, Mustafa Kemal Paşa seni dinlemek istiyormuş, Dolmabahçe Sarayı’na gidiyoruz…”
Aşağıda paşanın yolladığı araba da beklemektedir…
Müzeyyen yanına oraya yalnız gitmek yerine kocası Ali Senar’ı da alır…
O akşamki tüm gelişmeleri Müzeyyen Sezar’ın kendi anlatımıyla, Radi Dikici’nin kitabından okuyabilirsiniz…
Saraya vardıklarında işaretiyle yanına gelen yaverine bir şeyler söyler Paşa…
Müzeyyen’in saç modelini beğenmemiştir, kesilmesi için alırlar, berbere götürürler…
Kocası Ali Beyi de boş bir odaya koyup, “beklemesini” söylerler…
Az sonra oraya da bir “erkek berberi” gelmiştir.
Mustafa Kemal’in talimatı üzerine bıyıkları kesilir; kesilir ancak, gece boyunca ana salona kesinlikle alınmaz Ali Bey!..
Nikahlı karısı orada, kendisi burdadır!
Sonra yaver yine görünür kapıdan, “Buyurun” der; “meşk yapılan çalgılı yemekli salona götürüleceğini” sanan adam, iki asker eşliğinde kollarından tutularak arabaya bindirilir ve evine bırakılır!..
Geri dönmek için bir-iki hamle yaptıysa da inzibatlar buna mani olur!
Müzeyyen o gece “sarayda” kalır, eve dönmez…
Sorar röportajı yapan kişi:
“O geceden sonra?..”
“Evet, o geceden sonra bir daha dikiş tutmadı evliliğimiz. Boşandık Ali’yle… Kendi gitti, soy adı kaldı yadigar”!..
Geçen hafta Osmangazi Belediyesi’nin, ölüm yıl dönümü nedeniyle anısına gece düzenlediği Müzeyyen Senar da “kendi kaderini kendisi belirleyemeyenlerden”!..
Hep kader sürüklemiş O’nu önünde, O kaderi değil!..
İster istemez başkalarının kaderlerine bağlıyız hepimiz aslında…
Yalan mı?
Tatyos Efendi’yle bitirelim:
'Mâni oluyor halimi tâkrire hicâbım
Üzme yetişir üzme firâkınla harabım'
(O geceki ilk şarkı.)