70’li yılların ortası… Önce son baharda kenti silip süpüren, henüz betonlaşmamış iki katlı evlerin çatılarında ne kadar kiremit, duvarlarında ne kadar soba borusu varsa hiç acımadan indiren, düşmekte direnen son çınar yaprağına, yerçekimine inat aşırı büyümüş dallara ve dahi budaklara varıncaya değin hiç mazeret kabul etmeyen Bursa’nın meşhur lodosu bu kez de ilk bahara doğru gösteriyor güçlü ve ılık yüzünü.
Kış aylarında hava henüz karanlıkken başlayan dersler günler uzadıkça aydınlığa dönmüş durumda.
Sabaha kadar yorulmaksızın esen lodos, Irganlı Köprüsü’nün hemen yanındaki ahşap evimizde hiç kimseyi uyutmamış, sürekli gıcırdayıp duran yer döşemelerinin aralarından bile boşluk bularak ne kadar halı kilim varsa, aynen birer uçan halı gibi havaya kaldırıp durmuştu saatlerce.
Orta okulluların da eğitim gördüğü Erkek Lisesi’ne doğru gitmek üzere o eski Rum evinin geniş avlu kapısını hızla çekerek büyük bir gürültüyle kapattığımda, yüzüme ilk baharın muştucusu o ılık havanın çarptığını daha dün gibi anımsıyorum.
Üzerimde ucuz ama iyisi olsun diye yünlü Merinos kumaşından yapılmış, şimdilerde Çetinkaya olan, Tahtakale’nin altındaki Sümerbank mağazasından alınma, yakasında “BEL” (Bursa Erkek Lisesi) etiketi işli lacivert bir ceket, onun içinde gömlek kravat, altımdaysa, akrabamız rahmetli Mehmet Ekmekçi’nin, Kapalıçarşı’nın batı tarafındaki alt katının hemen dibindeki ancak, yanındaki umumi tuvaletlerden dolayı içerisi her zaman çiş kokan konfeksiyon dükkanının ürünü gri pantolonum var.
Paçalarını çamurlanmasın diye annemin epeyce kısa kesip teğellediği pantalonun dizleri ağaçlara, çatılara tırmanmaktan dolayı çoktan diz yapmış; elimdeyse o sıralar moda olan James Bond el çantası.
Ve ayağımdaysa yine elbette uzun süre dayansın diye Sümerbank’tan alınma hakiki kösele pabuçlar.
Ortaokul birinci sınıfa gidiyorum o sıralar.
Selçuk Hatun Camii’nden yukarı doğru kıvrılıyor, az sonra o nefis sosislerinin atılacağı salça kabından buharlar yükselen Recep Abi Büfesi’nin önünden geçiyor, karşıda ilk kez rahmetli Hasip dayımla (İnhal) yediğimiz Şaban Sirkeci’nin vitrininde duran nefis keşküllere şöyle bir göz atıp, Heykel’deki Kafkas Pastanesi’ne yöneliyorum sallana sallana.
Kafkas’ın o sıcacık kıymalı poğaçası nefis, her sabah bir tane alıp yeme hakkım var. Zaten Kız Lisesi’nin oraya bile varmadan hatırası mazide yok olup gidiyor poğaçanın, kalmışsa dudak kenarlarındaki kırıntıları yalanıyorsunuz.
Ressam Şefik Bursalı Caddesi’nde şimdiki gibi pek fazla apartmanlar yok o yıllarda, iki katlı, kiremit çatılı evlerin arasından çıkıyorsunuz yokuşu.
Yolun üstü yaprak ve dal parçalarıyla dolu.
Ve az ileride Mahkeme Hamamı’na doğru soldaki bir evin önünde bir hareketlilik çarpıyor gözüme.
Hain bir kedi, lodostan ötürü çatıdaki yuvasından yere düşmüş henüz tüyü bitmemiş bir kırlangıç yavrusuna doğru sessizce sürünerek ilerlemekte. Anne kırlangıç kedinin etrafında dört dönüyor ama nafile! Yapabileceği hiçbir şey yok. Durumu fark edince hemen koşup kediyi kovalıyorum ama o yüksek çatıya çıkıp yerine koyma şansım hiç yok. Orada bıraksam kedi gelip yine yiyecek. Üstelik de ders başlamak üzere ve matematik öğretmenimiz çok sert biri!
Çaresiz, sürekli “ciyk, ciyk” diye öten hayvanı ceketimin sağ iç cebine yerleştiriyorum, Kırlangıç yavrusu sıcağı bulunca susuyor.
Eski binanın güneybatıya bakan birinci katındaki laboratuvara yakın derslikteki sırama oturunca da hayvanı oradan alıp, çantamı koyduğum göze mendilime sararak yerleştiriyorum.
Dersin ortalarına doğru henüz gözü açılmamış o kırlangıç yavrusu yine “ciyk, ciyk” diye ötmeye başlıyor. Belli ki karnı acıktı. Hoca bulacak diye ödüm kopuyor!.. Sesin baştan dışarıdan geldiğini sanan o fırça bıyıklı hoca, sonunda sıralar arasında gezine gezine kuşun yerini tespit ediyor.
Ayağa kalk diyor bana sertçe. Kalkıyorum. Bir sağ bir sol yanağıma öyle sert iki tokat atıyor ki, başım dönüyor, yanaklarımı kızgın demirlerle dağlıyor sanki birileri.
“Git bunu dışarı bırak gel” diyor.
“Ama…” diyorum!..
-Git, bunu dışarı bırak gel diyorum sana!..
Epeyce dolaşıp, en güvenli yer seçtiğim karşıdaki laboratuvar binasının girişinde sağda açıkta sergilenen kurutulmuş timsahın altındaki kum tabakasına bırakıp dönüyorum sınıfa kırlangıç yavrusunu.
Geri kalan zaman teneffüs zilinin bir an önce çalması için dua etmekle geçiyor.
Öğretmen kapıdan çıkmadan hiç birimiz kıpırdayamıyoruz korkumuzdan dolayı yerimizden.
Yıldırım gibi fırlıyorum sınıftan laboratuvar binasına doğru.
Her daim açık olan kapıdan yalanarak bir kara kedi çıkıyor.
Oraya vardığımdaysa bir çift ayak karşılıyor beni.
Bir zamanların yeşil kentindeki her eve komşu olan kırlangıçlardan birinin lodostan ötürü yere düşen yavrusunu kurtaramıyorum, koruyamıyorum bir türlü.
Her yanım tanjant, kosinüs olsa bana ne içinde “sevgi” bulunmadıktan sonra!
Bir çift ayağı hala gözümün önünde, o yavru kırlangıç yıllardır kanar durur içimde.
Geçmiş Öğretmenler Gününüz kutlu olsun.