Yazarlar

Köfteci

post-img
Heyhat!   Neydi o seçimler, o günler öyle?   24 Aralık 1995 yılında yapılan seçimlerin sonucunda hiçbir partinin oy oranı yüzde 22’yi bile aşamamış, birinci çıkan Refah Partisi yüzde 21.38, ANAP 19.65, DYP 19.18, DSP 14.64, CHP 10.71, MHP 8.18 ve HADEP 4.17’de kalmıştı.   Bu sıralamanın ilk dördünü oluşturan partilerin bugün esamesi bile okunmuyor artık.   Refah kapatıldıktan sonra yeniden kapatılana dek Fazilet oldu, ardından Saadet’e erip, partiden “Erbakan” ismi kazınarak tekaütlerin eline geçti.   Arada bir düşük yaparak HAS Parti’yi doğurdu Refah!   ANAP ve DYP tarihe karıştı.   DSP’ninse 2012 yılında seçimlerde aldığı oy yüzde 1’i bile bulmadı!   Hasan Cemal’in 2010 yılında Doğan Yayınları'ndan çıkan “Türkiye’nin Asker Sorunu” isimli kitabı bir döneme ışık tutar.   Kitabı okuduğunuzda Türkiye’yi “28 Şubat 1997’ye” götüren sürecin aslında Refah Partisi’ni birinci çıktığı 24 Aralık 1995 gününün gece yarısında başladığını görürsünüz!   Erbakan’ın başbakan olmaması için askerde kıpırdanma çoktan başlamıştır bile!   Teamüller gereği Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den “hükümet kurma görevini” alan Erbakan’a o sıra DYP’nin başında bulunan Tansu Çiller ve ANAP’ın tepesindeki Mesut Yılmaz’dan “hayır” yanıtı gelir önce.   Diğer yandan birbirlerine yakın oy alan ANAP ve DYP koalisyon görüşmelerine başlarlar ama Mesut Yılmaz, Çiller’i tehdit eder; eğer “başbakanlıkta” ısrarcı olursa ANAP Erbakan’la hükümet kurmaktan da çekinmeyecektir!   Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı 7 Ocak 1996 akşamı üzerinde sivil bir kıyafetle Çiller’le görüşmek üzere Başbakanlık konutuna gider.   Şunları söyleyecek, resmen dikte edecektir Başbakan’a:   “Refah Partisi'nin iktidar ortağı olmasına kesin karşıyız. Eğer Yılmaz'la anlaşamazsanız, o zaman yine erken seçim olsun. Cumhurbaşkanı Demirel'e de aynı şeyi söyleyeceğiz.”   Türkiye’de “siyaset kurumunu” askerin dizayn ettiği yıllardı o yıllar.   Birbirlerinden nefret eden iki lider DSP’nin de dışarıdan desteğiyle koalisyon kurmak üzere anlaştı daha sonra.   Koltuğa önce Yılmaz oturacak, Çiller de Başbakanlık sırası gelene dek hükümete girmeyecekti.   53’üncü Cumhuriyet Hükümeti ANAYOL-SOL işte böyle kurulmuştu sevgili okurlar.   Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.   Yani, insan hafızasının aynı zamanda eksikliği “unutkan” olmasıdır.   O günleri hatırlamadan bu günleri bilemeyiz; geçmişte ülkenin hangi dönemeçlerden geçip de bugünlere geldiğini göremeyiz.   Bu iki parti zorlamayla da olsa hükümeti kurdu ama Yılmaz ve Çiller birbirleriyle sürekli olarak kavga etmekten hiç usanmadılar!   Bu durumu gören Refah Partisi de Meclis’e sürekli “yolsuzluk dosyaları” getirmeye başladı.   TEDAŞ, TOFAŞ…   Dönemin Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül bu skandalların ardından ne olacağını Hasan Cemal’e şöyle anlatıyordu:   “TOFAŞ'ın arkasından Varan-3 geliyor.  Yani, Çiller'in malvarlığıyla ilgili soruşturma önergesi...”   “İkinci örtülü ödenek skandalı” işte tam bu esnada patladı.   İlkinde Selçuk Parsadan isimli bir dolandırıcı dönemin Başbakanı Tansu Çiller’e kendisini “Orgeneral Necdet Üruğ” diye tanıtarak örtülü ödenekten 5 buçuk milyar lira tokatlamış, Çiller’se “siyasi amaçları” uğruna devletin parasını hortumlamaktan geri durmamıştı hatırlayacağınız gibi!   Parsadan yargılandı ve mahkum oldu.   Bu işlerden “siyasi çıkar” sağlamak isteyenlerin hiçbiri de hakim karşısına çıkarılmadı!   İkinci skandal ilkinden çok daha büyüktü.   Çünkü, Çiller’in başbakanlık görevini Yılmaz’a devretmeden çok kısa bir süre önce örtülü ödenekten tam 500 milyar lira para çektiği iddia ediliyordu!   Kesin bir dille yalanladı Çiller.   “Örtülü ödenek Başbakan'ın haysiyetine emanet ediliyor. Bunu söyleyenler sadece şerefsiz değil, milliyetsizdir de. İftiranın böylesinden Allah saklasın insanı” dedi.   Kısa bir süre sonra Hürriyet Gazetesi’nden Muharrem Sarıkaya yayınladı belgesini.   Yine yalan söylemişti Çiller!   Belge yayımlanınca “Nereye harcadığımı açıklarsam savaş çıkar, dünya birbirine girer” diye durumu kurtarmaya çalışacaktı sonradan!   Tansu Çiller, “örtülü ödenek belgesini Başbakanlık koltuğuna oturan Yılmaz'ın sızdırdığını düşünüyor”, Yılmaz’sa “Çamurun üzerinde oturmam” diyordu.   Anayasa Mahkemesi DSP’nin, ANAYOL Hükümeti için yapılan güvenoylamasında verdiği “çekimserlik” kararını “güvensizlik” sayınca DYP de hükümetten desteğini çekti ve kurulduktan yaklaşık 3 buçuk ay sonra bu hükümet de tarihe karıştı.   Karanlık günleriydi Türkiye’nin.   Bir gecelik faiz oranları yüzde 150’yi buluyor, ülke faizle, enflasyonla soyuldukça soyuluyor, olan vatandaşa oluyordu.   Koltuğa önce Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan oturdu.   REFAH-YOL Hükümeti çok hızlı başladı işe.   Peki, onca “yolsuzluk” dosyasında adı geçenler yargılanmışlar mıydı?   Ne gezer!   Hepsi teker teker temizlendi.   Örneğin, MİT’in “mafyayla irtibat” uyarısına rağmen “Türkbank’ın, Korkmaz Yiğit’e usulsüzlük yapılarak satılmasıyla” suçlanan Mesut Yılmaz, Yüce Divan’a gitmekten Çiller’in başında bulunduğu DYP’nin oyu sayesinde kurtuldu!   Meclis’e verdiği mal beyanında “yalan söylediği”, Türkiye’den, Amerika’ya uzanan bir coğrafyada milyonlarca dolarlık servetini sakladığı ortaya çıkan Tansu Çiller bu zor durumdan Mesut Yılmaz’ın başında bulunduğu ANAP sayesinde kurtuldu!   Eşi Özer Uçuran Çiller, TBMM'de kurulan komisyona, servetlerini “kayınvalidesinin çıkınında” bulduklarını söyledi ve dosya öylece kapanıverdi!   Sahi, Çiller'in Başbakanlık koltuğunu devretmeden hemen önce örtülü ödenekten 500 milyar lira çektiğini duyuran isim kimdi dersiniz?   Şevket Kazan!   Aynı Kazan, 28 Haziran 1996'da kurulan REFAHYOL koalisyonunda Adalet Bakanı olacak, hükümete Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak giren Çiller'in karşısında önünü ilikleyecekti!   O dönemde Refah Partisi’nin 2 numaralı ismi olan Oğuzhan Asiltürk’se yıllar sonra Erbakan’ın cihat paralarını evlatlarının ve damadının üzerine geçirdiği iftirasındabulunacak, bu iddia daha sonra Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak tarafından kesin bir dille yalanlanacaktı.   Siyaset böyle bir şeydi işte.   Kimin, kimin değirmenine su taşıdığı bilinemiyordu o sıralar!   28 Haziran 1996’da kuruldu Refahyol.   Toplam 11 ay hüküm sürdü.   Erbakan’ın ilk icraatı işçiye, memura ve emekli maaşlarına zam yapmak oldu.   Memura Temmuz ayında önce yüzde 50 zam, her ay enflasyon oranında maaş artışı, Ocak 97’de yüzde 30 daha zam ve devamında toplamda tam yüzde 130 artış sağladı.   Yani Erbakan gelmeden önce 100 lira alan bir memur REFAH-YOL Hükümeti gittiğinde 230 lira alıyordu!   Aynı şey işçiler ve emekliler için de hiç farklı değildi.   Herkesin alım gücü olağanüstü artmıştı.   Devletin parasının faizle emperyalistlerin kasalarına akması önlenmiş, oluşturulan “havuz sistemiyle” bütçede olağan üstü bir artış sağlanmıştı.   Cumhuriyet tarihinin en iyi, en başarılı hükümetlerinden biriydi REFAH-YOL.   IMF’ye hiç başvurmadan önce büyük kaynaklar yarattılar, tam yüzde 9 büyüme sağlarken vatandaşa hiç görülmemiş oranlarda maaş artışları sağladılar ve tabii bunun bedelini de çok ağır ödediler!   Çünkü yurt dışındaki faiz lobisinin, onların buradaki uzantıları ve iş birlikçilerinin, banka ve medya patronlarının hiç hoşuna gitmemişti bu durum!   Derhal Müslüm Gündüz’ler, Fadime Şahin’ler, Ali Kalkancı’lar, kendilerine “Aczmendi”diyen ve sokakta ellerindeki asalarıyla yürüyen adamlar türettiler ortalıkta.   Bunların bir kısmının daha sonra “devlette çalıştıkları” ve “dönemin derin devleti tarafından kullanıldıkları” da çıkacaktı ortaya!   Medya, asker, hatta siyaset kurumu ellerindeydi ülkemizi uzun yıllardan beri sömürüp duran emperyalistler ve işbirlikçilerinin.   REFAH-YOL Hükümeti’ni devirebilmek için işin “siyaset” ayağında Hüsamettin Cintonik,(Pardon!) Cindoruk’a adında sözde “demokrasi” olan Demokrat Türkiye Partisi (DTP) isimli bir parti kurdurdular önce.   Bu parti DYP içinden bazı milletvekillerini kendine çekerek REFAH-YOL’u güçsüz kılacaktı!   DTP’nin kuruluşu “28 Şubat’ın” en önemli organizasyonuydu.   Bildiğiniz gibi bu başarıldı da.   Daha sonra Başbakan’ı Mesut Yılmaz olan 55’nci hükümete Ecevitlerin DSP’si ve Hüsamettin’in DTP’si destek verecekti.   DTP hiç seçime bile girmeden iktidar olmuştu.   Katıldığı ilk seçimdeyse sadece binde 58 oy alabildi!   Kurulurken gerek Ankara, gerekse Bursa’daki yöneticileri taze tezeğe koşan sinekler gibi üşüştüler DTP’ye.   Şimdi nasıl aynı tipler koşturuyorlar Meral Akşener’e doğru?   Pek çoğu da çok istemelerine karşın DYP’de bir şey olamamış, politika artığı siyasetçilerdi işte.   28 Şubatçı hainlerin kullanıp da sonra bir kenara attığı adamlar işte bunlardı.   Bunlardan biri de Levent Özeren isimli bir köfteciydi.   DTP’nin Bursa, Osmangazi İlçe Örgütü Başkan Yardımcısı olarak atanmıştı Levent Özeren.   Başkanıysa Ozan Kozan’dı.   Levent Özeren ve Ozan Kozan, Bursa Erkek Lisesi’nden arkadaşlardı.   Levent Özeren bir gün başkanı Ozan Kozan’ın yokluğunda onun masasının çekmecelerinikarıştırmaya başladı.   Sonra sumenin arasında bir kadına onun ağzından yazılmış bir “aşk mektubu” buldu!   Ozan Kozan evliydi o sıra.   Mektubu alıp doğruca dönemin DTP Bursa İl Başkanı Abdullah Biçen’e götürdü!   Biçen de Ozan’dan, bu durumda “istifa etmesini” istedi.   Yerine kim oturdu bakalım?   Tabii ki Levent Özeren!   O işi de beceremedi köfteci Levent.   Sonra, son kullanım süresi geçince parti kapanıp gitti zaten.   Sonra şehrin muhtelif kesimlerinde “pideli köfte” dükkanları açtı bu.   Hepsini batırdı, bir köfteci dükkanını bile işletemedi köfte.   Ne siyasette, ne de ticarette bir baltaya sap olamayınca düğün organizasyonu ve salon süsleme işleri yapan Duygu Emine Erel’le evlenmeye karar verdi.   Sonra biraz CHP’ye sokulmaya çalıştı ardından.   Adalet yürüyüşlerine filan katılıp “solculuk” taslamaya kalkıştı!   Kimse yemedi tabii!   Levent Özeren’in ismi Ekşi Sözlük’te “tescilli yalancı” olarak geçiyor.   Twitter’a bir gün yazmış, “Hakan Şükür FETÖ’cü olduğu için babası göz altına alınıyor. Eşi FETÖ’cü olan Merve Kavakçı büyükelçi yapılıyor. Buna da ‘mücadele’ deniyor” diye!   Merve Kavakçı’nın “büyükelçi yapılması” elbette tartışmaya açık bir konu ancak, buna itiraz etmenin yolu bir şeyi çarpıtmak, gerçeğe aykırı beyanlarla toplumu yanıltmak olmamalı, öyle değil mi?   “Kavakçı’nın eşi” dediği kişi “Cihangir İslam” ve bu çiftin boşanmalarının üzerinden yıllar geçmiş!   Levent Özeren’in zihnindeki bulanıklığın sebebi taşıdığı ya da bir türlü taşıyamadığı “dünya görüşü” değil sadece, arkadaşlarından işittiğime göre sabah kahvaltısını bile yapmadan içmeye başlıyormuş bu adam.   Sonra da bilgisayarın karşısına geçip, sosyal medya üzerinden sağa sola saldırıyor, kendine bunlarla bir kimlik ve kişilik bulmaya çalışarak öylesine yaşayıp gidiyormuş işte.   Şimdilerde sadece “eşinin çantacılığını” yapmıyor Levent Özeren, yakın arkadaşı Yüksel Baysal’la beraber Meral Akşener’in kurduğu partiye birlikte kuyruk da sallıyorlar aynı zamanda!   Geçenlerde uyardılar, bir yazımla ilgili bana hakaretler içeren bir takım zırvalar yumurtlamış Facebook’ta.   Yazık, kendi başıyla birlikte altına yorum yapan insanların da başını yakmış!   Köfteci Levent, Bursa’nın cicişlerinden Murat Doruk gibi yazılar yayımlıyor aynı zamanda internet sitelerinde.   Fakat Murat gibi “bugün abiden bi 100 lira koparsak” derdinde değil, bakılıyor ona.   Asıl derdi meşhur olmak, tanınmak, dikkate alındığını hissetmek.   Olur.   Sihirli değneğimi sana da değdireyim, seni de meşhur edeyim Levent.   Senin gibi kimliksiz, kendi başına bir şey olamamış herifler de hep beni buluyor zaten.   Köfte Levent, köfteci Levent seni.

Diğer Haberler