Yazarlar

Küçük bir dokunuş

post-img
Vay anasını! Yıllar nasıl da uçup gitmiş hiç farkında bile olamadan. Oysa daha dün gibi aklımda, binlerce yıl önce Bursa Kalesi’nin içinde yaşayan insanların sebze ve meyve ihtiyaçlarının görüldüğü, sonrasında da Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine ev sahipliği yapan “Tahtakale’nin” 1970’li yıllardaki salaş hali. Zamanına göre, kimi zaman dağ çileği, kimi vakit de iliklerine kadar olgun domates kokardı meydanın her zerresi gece gündüz. Köylüler ürünlerini satmak üzere sepet ve küfelerle oraya getirirler, pazarlıklarını da erkenden görüp, bir an önce evlerine dönebilmek için sabırsızlanıp dururlardı. Öğle vakti geldiğinde çevredeki lokantalar kasketli amcalar ve beyaz baş örtülü teyzeler tarafından tıklım tıklım doldurulurdu. Sonrasında kadınlar o sıcakta hareket saatini bekleyen, içi fırına dönmüş minibüslerde oturtulurken, erkeklerse kendilerine iki çay içebilecekleri gölgelik bir yer ararlardı. Erkek Lisesi’nin orta mektebinde okurken yaz tatillerinde İsmail dedemin işlettiği “Bahar Oteli’ne” yardıma giderdim. Tam da meydana bakardı Bahar Oteli. Eski Basmane otellerinden hallice bir yerdi. Odalarında birbirlerini hiç tanımayan 4-5 kişi birlikte kalır, tuvalet ihtiyaçlarını da holdeki tek heladan giderirlerdi. Beş numaralı oda bizim için ayrılmıştı; dedem ve anneannem geldiğinde de hep birlikte orada yatardık. Otel Recep abiye emanetti. Ellili yaşları çoktan devirmiş, kırlaşmış saçlarına limon sürüp, soldan sağa doğru tarayan, horozlu aynasını gömlek, plastik tarağıysa pantolonunun sağ arka cebinde taşıyan değişik bir adamdı. Benim asıl yardımım lobide merdivenin altına yapılmış “çay ocağında” oluyordu. Keles’in köylerinden birinden işçi gelmiş Ömer isminde bir adam da hem ocakta duruyor, hem de çay dağıtıyordu. Ben oraya gittiğim vakit her ikisini birden yapıyordum. Şaka değil, kapının önündeki taburelerde oturanlar gün içinde sürekli değişiyor, akşama kadar bine yakın çay ve meşrubat satılıyordu. Meşrubat dediğin şeyse Uludağ’ın gazozuyla, portakallı “sarısından” başka bir şey değildi. Ocak kapandığı zaman hesap, tüketilen kesme şekeri sayısı ve çay miktarına göre hesaplanıyordu. Her bardağın iki şeker hakkı olduğuna göre, tüketilen kutuların yarısı kadar ciro yapmış olmalıydın. Kimileri bardağın içine bir tane atar, kimi de “Bana bir ufak çay ver” diye seslenip, hiç tatlandırıcı kullanmazdı. İşte bu boşa çıkan şekerlerle satılan çaylar Ocakçı Ömer’in cebine avanta olarak yazardı. Bazen bayiden bir kutu alıp, tezgah altına sakladığını da görürdüm ama pek anlamazdım o yıllarda olup biteni! Otelde konaklayanları her zaman deftere kaydetmeyen Recep abi ayrı çalardı, Ocakçı Ömer ayrı! Dedemse bunu bilir ama her nedense ses etmezdi. Yapılan bir yanlışı görüp ona söylediğim zaman “Sen karışma” derdi bana! Kendisi arada bir ortadan kaybolduğu için Ömer her şeyi bana da öğretmişti. O gelene dek sabah erkenden kalkar, yedeği doldurup suyu ısıtarak çayı demler, az ötedeki seyyar arabasında mide ekşiten börekler satan beyaz önlüklü adama sardırdıkları paketleri lobiye getirerek, yanına sıcak bir şey isteyen insanlar doldururdu içeriyi önce. Nasıl da yağlanırdı bardaklar. Musluğun altında yıkayacağım diye uğraşırken “çat” diye kırılırlar, ufacık parmaklarımı liğmeliğme edip, etrafı kan gölüne çevirirlerdi. Sürekli ıslak kalmaktan kabarmış ellere yara bandı da yapışmazdı. Üfleye üfleye kanamayı ve acısını gidermeye çalışırdım bir köşede. Orta son sınıfın yaz tatiline gelindiğinde yer yüzünde benden daha kıyak bir insan yoktu; olamazdı da! Sağ ve sol ellerimle, toplam altı dolu çay bardağı birden dökmeden taşıyabiliyor, cebinde bolca harçlık olan bir “ergen” çocuğun sahip olduğu öz güvenle herkese tepeden bakıyordum. Her şeyi en iyi ben bilirdim! İspanyol paça siyah pantolonlarımın altında el yapımı deri ve hakiki köseleden yumurta topuk ayakkabılarım bulunur, beyaz gömlek düğmelerim karnıma kadar açık dururdu. Sürekli bizim otelde kalan, sık sık yumruk yemekten ötürü kemikleri kırılıp, burnu ortadan içeriye çökmüş, ceketi omuzlarında gezen çift tabancalı bir pavyon fedaisi vardı; Köşk’ten sabaha karşı gelir, yataktan ikindi vakti kalkardı. Hatta ona öykünüp, Kuzguncuk’ta kahvehane işleten Kıran Işıklar’lı hemşerilerimden ben de bir Baretta almıştım sırf hava yapmak için. Bir gün bir “çırak” alındı çay ocağına. İçerisi tıklım tıklım dolu, benden birkaç yaş büyük olan çocuk aklınca çay demlemeye çalışıyor. “Sen n’apıyorsun öyle” dedim ve herkesin içinde diklendim oğlana?!. Sonra da bir tane kesme şekeri alıp, demliğin içine atarak “Bunu yapmak gerekiyor yoksa, o çay çay olmaz” diye söylendim arkasından. Herkes başını çevirip, bizi izledi tabii… İçerisi boşaldı, aralarından yalnız başı kasketli biri sabredip bekleyerek insanların uzaklaşmasını izledi. Sonra da bana doğru yaklaşıp “Bak oğlum” dedi, “ben Keles’in filanca köyünde kahveciyim. Bizim orada çay güzel olmazsa hiç kimse içmez. Ve herkes bilir ki çay demliğinin içine kesme şekerini sadece hilebazlar atar çünkü, deme bordoya çalan sahte yoğun bir kırmızılık verir şeker. Bunu yapanlar akıllarınca üç-beş bardak daha fazla çay satacaklarını düşünürler oysa, damak keyfi olan herkes durumu anlar ve bir seferden fazla içmez!..” Çakal Ömer! Demek öyle öğretti bana! Sonra usulca geçti usta ocağa, gözümün önünde en az yarım saat boyunca uğraşarak bir çay demledi ki, içen bir daha istedi, isteyen tadına doyamadı! Çay nasıl olgunlaştırılıp, kıvama getirilir, ne zaman açılır, ne kadar beklenir, o gün öğrendim köylü bir amcamdan bu işin sırrını! Ve o gün çok utandım kendimden. O gün aslında hiçbir şey bilmediğimi fark edip daha çok okumaya, daha çok sormaya başladım herkese. O günden sonra ben de o yaşlı adam gibi anlatmaya çalıştım doğru bildiklerimi herkese. Ne kadar çok şey öğrenirsem, o kadar az bildiğimi fark ettim şaşkınlıkla. Küçük ama çok küçük bir “dokunuş” yetti bakış açımı ve hayatımı değiştirmeye. Sakın karşınıza çıkan fırsatları kaçırmayın. “Her şeyi en iyi ben biliyorum” demeyin. Yanılırsınız çünkü!

Diğer Haberler