Bundan yıllar önce Nişantaşı’nda caddenin bir yakasından karşı tarafa doğru geçeceğim, sonra da karşı taraftan yine diğer yolu aşıp, yürümeye devam edeceğim.
Akşamın ilk saatleri…
Kaldırımlardaki insan kalabalığı bir yana, trafik sel gibi akıyor.
Bu büyük ulaşım mücadelesi içinde, araçlarla yayalar arasındaki tek uzlaşma noktası elbette ki trafik lambaları.
Yeşille, kırmızı arasında süren, sarıyla birlikte hareketlenilen bir süreç bu.
Bize henüz daha yeşil ışık yanmadan hemen sağ tarafımda bir sokak köpeğinin durduğunu fark ediyorum.
Kulağında küpesiyle “kuzu gözlü” çok sevimli bir hayvan bu, nasıl da güzel kirpikleri var.
Hiç muhatap olmuyor etrafındaki insanlarla; beklerken bir kere bile dönüp bakmıyor.
Ve yeşil ışık yandığında aynen bir insan gibi kalabalıkla beraber yolun karşı tarafına geçiyor.
Sonra orada da diğer kalabalığın arasına karışıp öteki ışığın yanmasını bekliyor sakince.
Yine o dört yol ağzından topluca karşı yakaya da geçildikten sonra sokak aralarında “tıpır tıpır” yürüyerek gözden kaybolup gidiyor.
Yaşamımda ilk kez trafik kurallarına uyarak şehir içinde seyahat eden bir köpek gördüğümde çok şaşırmıştım doğrusu.
Kırmızıda dur, sarıda bekle, yeşilde geç!..
Şimdi, aranızdan bazılarınızın gülümseyerek “Köpekler renk körüdür” dediğini duyar gibiyim!..
Hayır!
Asıl bizler renk körüyüz!
Çevreye, çevresindeki canlılara hiçbir şekilde zarar vermeksizin ölmeden, öldürmeden, insanoğlunun oluşturduğu trafik kurallarına bile riayet etmeyi öğrenen bu olağanüstü “renkli” kişilik, nasıl olur da yarı kör kabul edilebilir?!.
Kaldı ki, kendi koyduğu kurallara bile uymayan insan türünün o vahşi ve canavarımsı halleri düşünüldüğünde?
Dün gece Bursa, Heykel’deki alt geçidi kullanarak yolun karşısına geçen iki kedi daha görünce yine anımsadım “kuzu gözlü köpeğin” trafik lambalarını ve yaya geçidini kullanarak İstanbul’da seyahat edişini.
Evet, renk körüydü belki ama…
Çözdüğü şey, işin doğrusunu yapanların yanında durmayı öğrenmesiydi hepsi o kadar!
İşin doğrusunu ve güzelini yapan insanların…
Keşke bazıları da bunu başarabilse!..
Herkesin borcu boynuna da…
Açıkçası, eskiden kurban bayramlarının ritüelini ben de severdim.
Geçmişte uzun yıllar boyunca atadan dededen gördüğüm gibi ben de aynısını yaptım.
Günler öncesinden alınan kara gözlü kuzular midelere doğru son yolculuklarına çıkmadan önce birkaç gün ağırlanacakları bodrumlara yerleştirilir.
Boynuzlarının arasına nazar boncukları asılarak süslenir…
Ailenin çocukları tarafından beslenip sevilir…
Sonra bir sabah yine onların gözü önünde boynuzlarından çekilerek bahçeye doğru sürüklenerek derinlerden, en derinlerden gelen vicdan azabıyla ama aslında ne kadar “iyi bir insan” (!) olunduğunu hayvana ispat etmek istercesine (!) önüne içmesi için su konurdu; sanki az sonra yere yatırılarak boğazlanacak canlının “Çok teşekkür ederim, sağolun, mekanınız cennet olsun, size minnettarım” demesini beklercesine!..
Şu sahne hiç gözümün önünden gitmez:
“Vekilin olayım mı?”
-Ol!..
“Vekilin olayım mı?”
-Ol!..
“Vekilin olayım mı?”
“Beeeee!”
Sonrası güzel olurdu.
Beyinler bir saat önce yaşanan o kötü manzarayı hemen unutur, zaten başka anlamlarla bastırılmış olumsuz duyguların yerini bayram havası alırdı.
Ailece, çoluk çocuk yenen bir yemek ama ille de kavurma…
Sonra süslenip giyinmeler, takıp takıştırmalar…
El öpmeler, hediyeler, harçlıklar…
Ardından bir yorgunluk çökerdi nedense herkesin üstüne.
Artık daha fazla taşınamayacak bir yorgunluk olurdu bu…
Ve topluca bir-iki saat sürecek şekerleme ve uyku hali…
Kim bilir, küçükten büyüğe herkesin o gün yaşadıklarını uykuda bilinç altına atıp rahatlamaya ihtiyaçları vardı belki de!..
Hiçbir zaman unutmayacağınız, ömrünüzün sonuna dek bir yanınızda sizinle birlikte kalacak o kötü anıların sarılıp sarmalanarak bir yerlerdeki çekmecelere tıkıştırıldıktan sonra, kapaklarının da sıkı sıkıya örtülmesi gerekiyordu belki de ama nereye kadar?
Oysa bir ses, bir koku, nereden geleceği belli olmayan tek karelik bir görüntü yeterliydi her şeyin yeniden ortalığa saçılıvermesi için.
Farkındalığı tekrar dirilten de işte bu anlardı zaten!
Çok uzun zamandır kurban kesmiyorum, kestirmiyorum.
Bu gün bir insan çıkıp da “rüyamda Tanrı’nın emriyle seni kurban ettiğimi gördüm” diyerek öz evladını kesmeye kalksa onu alıp derhal “şizofreni” tanısıyla tımarhaneye yollarlar!
Günümüzde hala, “Tam o esnada gökten Allah bir koç yollayıp İsmail’in kurban edilmesinin önüne geçti” diyen kişilere inanan insanlarıysa ciddi bir tedavi altına alırlar!
Böylesine korkunç ve hastalıklı bir eylem sırasında ilahi adaletten beklenen şey, oğlunu kesmeye hazırlanan babayı derhal çarpıp, ağzını yüzünü yamultmaktır!
Yahudilerin de gerçekte pagan dinlerden alıp, inançlarına ekledikleri bu kurban meselesi ne yazık ki İslamiyet’e de yapışıp kalmış durumda.
Asla farz olan bir mesele değil!
Tam tersi artık günümüzde bir vahşet, bir katliam haline dönüşmüş durumda.
Hiç bir anlamı yok, hiçbir amaca da hizmet etmiyor, üstelik israftan başka bir şey de değil.
Bu bayramda da yine kesmedim ama doğuştan üzerime yüklenen “ağabeylik” pozisyonu sonucu kardeşim Şahin’in, “Abi, annemin kurban işini halletmek için bana yardımcı olur musun” ricası üzerine eşlik etmek zorunda kaldım ne yazık ki.
Bursa, Alacahırka’daki hayvan pazarında bulduğumuz en az bizim kadar yaşamaya hakkı olan o kınalı kuzuyu alıp bir kesim merkezine götürdük bayramın ilk günü.
Oysa yaşasaydı biliyorum ki, o “kuzu gözlü köpek” kadar uyum içerisinde sürdürecekti hayatını, hiç kimseye de zarar verip, öldürmeden üstelik.
Ve alana ilk girdiği anda anladı az sonra başına ne geleceğini..
Bariz şekilde oradan derhal gitmek istediğini ifade ederek geri döndü.
Ama tuttuk.
İçimizde hiçbir kutsal duygu yoktu oysa.
O kan gölü içerisinde kutsal olmayı, kutsanmayı gerektirecek bir durum da yoktu.
Ama yine de tuttuk.
Su da koyduk önüne.
Dönüp, bir teşekkür bile etmedi!
Sırasını bekledi sadece, titreyerek.
Gözüm az ötedeki jalaskarın altında üç kişiyle yaşamak için boğuşan iri kıyım bir danaya ilişti.
Eğer dile gelseydi, hiç kuşkusuz şöyle haykıracaktı etrafındaki insanlara onların lisanıyla, “ Tanrı’nın verdiği canı ancak Tanrı alabilir; siz kim oluyorsunuz da hangi hakla benim hayatıma kastediyorsunuz”?!.
Ve asla inanmayacaktı insanların nedenini kendilerinin de bilmediği yanıtlarına.
Sağ arka ayağından zincirlerle kaldırdılar hayvanı yukarıya; diğer ayaklarını da halatlarla bağladılar.
Koca gözleri az sonra yaşayacağı felaketin dehşetiyle çaresizce etrafa bakarken, çenesi de asfalt zemine değiyordu.
Diğer iki kişi bağlı olduğu halatları iki yana çektiği sırada, üçüncü kişi de elindeki bıçağı hayvanın boynuna sürtmeye başlamıştı bile.
Fakat bıçak kesmiyordu bir türlü!
Onca uğraşa rağmen sadece boyun derisi kesilebilen hayvan önce sessizce bekledi ve herkese, her şeye karşı tüm isyanıyla çırpınarak üç ayağını da halatlardan kurtarmayı başardı aniden.
Kimse bir türlü yanına yaklaşamıyor, kör bıçağını elinde tutan cellatsa işini yapamamış olmanın utancıyla şaşkın biçimde etrafa bakınıyordu.
Bu ayıp(!) bir an önce temizlenmeliydi.
Keskin bir bıçağı diğer cellatlar yetiştirdiler; sanki, “Bizim de itibarımızı zedeliyorsun, hallet şu işi bir an önce” dermişçesine.
Az sonra oradan tekrar geçerken o yöne doğru bir daha bakınca aşağı doğru sallanan cansız hayvanın açık kalan gözleri konuştu benimle:
“Neden, neden, neden?”
Peki, sizce neden?
Kimin ne çıkarı var bu işten?
Ölü ama gözleri hala konuşan dana şunları söyledi son olarak:
“Mutlu musunuz şimdi?”
Değildik!
Can alıp, kendi türümüz de dahil canlı boğazlayarak mutlu olmaya çalışan dahası, bu durumdan kendimize “cennetler” çıkaran bir garip canlı türüydük sadece, hepsi o kadar.
Özellikle bu coğrafyada bayramlarımız bile yaşam değil, ölüm ve öldürmeler üzerine kuruluydu çoğu kez.
İbrahim Peygamber’in rüyasının ardından aradan geçen binlerce yıl sonra bile bir adım dahi öteye gidemiyor, çoktan kentli olmuş o kuzu gözlü köpek, kekik kokulu yaylalarına geri dönmek isteyen kınalı kuzu, bir birlerine kur yaparak alt geçidi kullanıp yolun karşı yakasına geçen iki tekir kedi ve ölü gözleriyle etrafa bakarak “Neden” diye soran ana kuzusu dana kadar insan (!) olamıyorduk bir türlü!
NOT: Birkaç kurban bayramı öncesinde kaleme almış olduğum bir yazı yukarıdaki. Bu gün durum hala aynı, üzerine eklenecek başka laf yok. Jose Saramago’nun, Nobel ödüllü “Kabil” isimli kitabını da okumanızı öneririm bu arada. Çok zenginleşeceğinize eminim. İyi bayramdan sonralar hepinize!..