Bugün, unutamadığım, aklıma bir mıh gibi saplanıp kalmış bazı fotoğraf karelerini paylaşacağım sizlerle.
Umarım sizin de belleklerinizde yer edinirler.
Birincisi dünyanın ilk bilgisayarı Eniac:
Daha önce kartlı sistemlerle filan bazı denemeler oldu ama elektrikle çalışan ve bilgi işleme kapasitesine sahip ilk bilgisayar Eniac’tır.
İkinci dünya savaşı sırasında Amerikalı bilim adamları tarafından yapılmıştır bu cihaz.
Ağırlığı yaklaşık 30 tondu ve 167 metrekarelik bir alana anca sığabiliyordu.
İşin aslına bakarsanız şimdi bizim validenin diz üstü bilgisayarı bile bundan binlerce kez daha güçlü.
Her ne kadar insanlık savaşlar yüzünden çok acı çektiyse de bilimin ve teknolojinin gelişmesi de bu sayede oldu aslında!
Mesela interneti de bulan ve ilk kullanan yine Amerikan ordusudur.
Olası bir nükleer savaş sırasında pek çok iletişim hattının yok olacağı varsayımına karşı, haberleşmeyi mümkün kılacak bir sistem olarak tasarlanmıştır internet.
Oysa bugün onun sayesinde ansiklopediler dolusu bilgi ve belgeye ulaşıp, dünyanın bir ucundaki sevdiklerimizle sesli ve görüntülü olarak görüşebiliyoruz.
Bu da atom kavramını insanlığın hizmetine sunan ünlü bilim adamı Albert Einstein’ın, öldüğü gün ofisinin görüntüsü.
Geçenlerde ünlü yazar, düşünür, konuşur ve söylenir Can Ertan yine söylenip duruyordu, “Elin Yahudileri habire bir şeyler icat ettiler tarih boyunca, bizim Yahudilerdeyse bir numara yok kuyumculuk yapmaktan başka, Yahudilerimizi bile kendimize benzettik” diye!
Doğru valla!
Fakat Almanya’dan, Nazi zulmünden kaçan Einstein’ın çalışmalarını sürdürebilmek için önce Türkiye’ye başvurduğunu, nasıl bu ülkeye bir gemiyle sığınan yüzlerce Musevi kökenli insanı Karadeniz’de ölüme terk ettiyse aynen onun gibi İsmet İnönü’nün, Hitler korkusundan ötürü bunu da kabul etmediğini hatırlatmış olayım yine.
Einstein örneğin Ankara Üniversitesi’nde hocalık yapmış olsaydı eğer, Türkiye fen alanında kim bilir hangi noktalarda olacaktı bugün, şöyle bir düşünün?
Bu da yangın ve aşırı sıcaktan dolayı Amerika’daki ikiz kuleler saldırısının hemen ardından artık kendini boşluğa bırakmak zorunda kalmış bir insan evladı.
Tanrı hiçbir topluma bir daha öyle bir acı ve dehşeti yaşatmasın.
Bu arada, o saldırıların İslamcı teröristler tarafından filan planlanıp gerçekleştirildiğini hiç düşünmüyorum hala.
Tam tersi, yeni Ortadoğu projesine Amerikan kamuoyunu hazırlayabilmek için İsrail ve Amerika derin devletleri tarafından yapıldığı fikrindeyim.
Bu da ilk MC Donalds hamburgerci büfesi.
Hey gidi Dick ve Mac hey, bu mütevazı dükkanı açarken günün birinde dünyanın her yerinde kurulacak binlerce hamburgerciye dönüşebileceğini hayal etmişler miydi acaba?
Savaş ve Barış, Anna Karenina, İvan İlyiç’in ölümü, Kazaklar, Hacı Murat…
Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy torunlarını sevip, onlara hikayeler anlatıyor.
Şimdiki gençler ne kadar şanssız, ellerinde birer telefon, ne yazık ki okuyamıyorlar bu muhteşem eserleri, muhtemelen de hiç okuyamayacaklar.
Tolstoy’un, Napolyon savaşları sırasında kaleme aldığı “Savaş ve Barış” insanlığa sunulan bir destan niteliğindedir adeta.
Bu eserinin yayınlanmasının ardından Tolstoy ciddi bir bunalıma girdi.
İkinci büyük romanı sayılabilecek “Anna Karenina’da” işte bu çöküşün etkilerini görmek mümkündür.
İnsanları mutsuz edebilecek faktörleri tartışıp, kendimizi sorgulamamızı öneriyor yazar kitapta.
Oysa o sıra henüz bilmiyor ki her şey sadece vücudun salgıladığı 3 hormona bağlı!
Adına “mutluluk” denilen şey bizim kendi içimizde başlar, orada yaşanır.
Para, toplumsal statü, şimdilerde artık neredeyse her kadının taktırdığı silikon memeler, kaldırılan burunlar, estetik ameliyatlar, Bademli’de, Balat’ta villalar, lüks arabalar, milletvekilliği, bakanlık, damatlık, tüm bunların hiç biri size mutluluk getirmez aslında!
Gerçek mutluluk, vücudumuzun salgıladığı serotonin, dopamin ve oksitosin hormonları sayesinde yaşanır!
İşte onun için de şu an kucağıma gelip oturmuş olan Şermin’i arada bir yumuşak yumuşak sevip, gıdışını okşayarak onunla konuşmak fazlasıyla yeter de artar bile!
Titanic yolcularıyla birlikte korkunç sonuna doğru limandan ayrılırken…
Filmden hangi sahneler kaldı aklınızda?
Herkes gibi tabii benim de zihnimde Leonardo Di Caprio’yla, Kate Winslet’ın, geminin ucunda ellerini kaldırarak rüzgarı duyumsamaları sahnesi var…
Fakat yine de film kahramanlarının seviştikleri arabanın buğulu camlarını aklımdan hiç çıkaramıyorum!
Çok iyi bir iş çıkarmış Yönetmen James Cameron.
Sene 1978…
Microsoft’un ilk ekibi…
Sanki bir pop müziği grubu gibiler.
Sol baştaki Bill Gates ve sağdaki Paul Allen olmasa biz belki de bugün bu bilgisayarları böyle rahatça kullanıyor olamazdık.
Şimdi söyleyin bana, hayatta hiçbir şeyi sorgulamadan sabah akşam namaz kılıp tesbih çeken adam mı, yoksa Hristiyan da olsa büyük hizmetleri dokunan bu gibi adamlar mı insanlığa sizce daha yararlı?
Şu yukarıda gördüğünüz kişiyse, Cansız Manken Vahe Kılıçarslan…
Ne iş mi yapıyor?
Duruyor!
Mesela bu fotoğrafta İzmit’te ev eşyaları satılan bir mağazanın açılışı için gelmiş, durmuş, öylece kalmış orada.
Vatandaşlar da merak edip dürtüyorlar bunu, arada bir kaldırıp yerini filan değiştiriyorlar.
Fakat o hiç kımıldamıyor!
Tam 5 saat 26 dakika hiç kıpırdamadan durma rekoru var ama Guinness’çiler bunu kitaba almıyorlar her nedense?..
Bu fotoğrafta gördüğünüz de manken…
Beşiktaş taraftarı Damat Manken İbrahim Paşa!
Şaka yapmıyorum, vallahi geçmişte mankenlik yapmış.
Bursa Sanayi ve Ticaret Odasına başkan olmadan önce “Damat Tween” firmasının mankenlik işlerini de yapıyormuş karnını doyurabilmek için, aynen Cansız Manken Vahe Kılıçarslan gibi üstelik.
Takım elbiseleri giydikten sonra fotoğraflar çekilirken o da duruyormuş!
Vahe gibi dürtüyorlarmış buna da:
Çekim aralarında kameramanın tabletini alıp, başakları da yayarak chat yapıyormuş İbrahim Burkay:
İşte unutulmayacak karelerden biri de yukarıdakidir.
Oturuşuyla, sırıtışıyla, “bir insanın kibrini” yansıtan ender fotoğraflardan biridir bu bana göre!
“(Onlara:) “İçinde ebediyen kalıcı kimseler olarak Cehennemin kapılarından girin!” denilir. Artık kibirlenenlerin yeri ne fenâdır!” ( Zümer Suresi 72. Ayet)
“Şüphe yok ki Allah, kendini beğenen, çok övünen kimseleri sevmez.” (Nisa Suresi 36. Ayet)
Kibirli insanları Allah da sevmez, kul da sevmez.
Hele hele kayınpederini BTSO’da işe sokup, hiç sıkılmadan hala da orada tutanları hiç kimse sevmez!
Doğru dürüst hiçbir şeye, hiçbir yere faydası yok bu Manken Damat Beşiktaşlı İbrahim Paşa’nın.
Mankenlikte yaptığı gibi orada öylece duruyor!
Bir İbrahim Burkay eğer ellemezseniz BTSO’nun başında hiç kımıldamadan 18 sene 8 ay durabilir kayınpederiyle birlikte!
Bir bakan yavrusu nasıl bir günde 1 buçuk milyon dolar rüşvet yiyebilirse, bir İbrahim Burkay da ayrıca tüm ömrü boyunca BTSO’da en az 7 kayınpeder istihdam edebilir hiç utanmadan!
“Hiç kimseye faydası yok bunun” dedim ya?
Özellikle Bursaspor’a yok!
Kongrelere zaten hiç gelmez, üye midir, değil midir orası da meçhul!
Oda’nın kasasında yüzlerce milyon para duruyor…
Len İbrahim, yapsana Bursa’ya, Bursaspor’a hayırlı bir şey?!.
Mesela yeni stadyumu BTSO yapabilirdi!..
Bursaspor yönetimi üstüne de Celal Sönmez’den 100 milyon lira para alır, adını da “Ali Osman Sönmez Stadı” koyardı şak diye!
Bak, dün söyledim, tekrar söylüyorum, ısrarla, iddiayla yine söylüyorum:
Eğer İlhan Parseker Bursaspor başkanlığını kabul etsin, kulübün bir lira para sıkıntısı olmayacağı gibi, taraftar da altın çağını yaşar, takım da bir elin parmağını geçmeyecek yıl sonunda yeniden şampiyonluk için top koşturur bu sahalarda!
Demedi demeyin…
Duyuyon mu len İbrahim?!.
Boşalt orayı kayınpederinle birlikte boşalt, boşalt!
Kayınpederini al da git!