Cep telefonumdan aramış, görmemişim. Biri aradığında meşgulsem daha sonra mutlaka dönerim. Tabii, arayan kişi telefonumda kayıtlıysa. Yok öyle değilse de “ikinci kez yine arar” diye düşünüp, tanımadığım numaralara pek geri dönmem.
Arkadaş telefonla bir kez aramış, ardından da WhatsApp’tan mesaj göndermiş. Onu da dün gördüm.
Karşıdaki kişinin söyleyecek bir lafı ya da her hangi bir itirazı varsa, kullandığı sözcükler de “edep” sınırları dahilindeyse eğer, yazılarıma dair yapılan açıklamaları da mutlaka ama mutlaka yayınlarım, bunu “ifade özgürlüğü ve hakkı” çerçevesinde değerlendiririm.
Geçen hafta 5 Haziran Cuma günü “Penceresi cam cama, selam söyle amcana” başlığıyla ironik tarzda bir yazı kaleme almış ve partili partisiz, onca hak eden başka insanlar dururken AKP Bursa İl Başkanı Cemalettin Torun’un yeğeni Mehmet Torun’un Uludağ Üniversitesi Rektörlüğünde işe alınmasını ve bu hiç yakışık almayan durumu eleştirmiştik.
Çizgiyi biraz aşsa, içeriğinde haksız ya da doğru olmayan bilgiler barındırsa da öncelikle hem kendisini, hem de okurlarımızı aydınlatabilmek bakımından Mehmet Torun’un yazdıklarını harfi harfine sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Ama hem onun yazdıklarını yayımlayalım, hem de aralara parantez içlerine koyarak kendi görüşlerimizi:
“Mehmet Bey, bugün aradım, lakin telefonunu açmadın. Öncelikle şunu söyleyeyim, seninle ilk temasımız yine bu mecradan başörtüsü üzerine bir tartışmadan yaşanmıştı. Sen başörtüsü serbestiyetine karşı beyanda bulunuyordun, ben ise sana eğer bu mağduriyeti yaşayan bir yakının yoksa bunu konuşmak senin haddin değildir demiştim. Sen ne yaptın? Beni arayıp haddimi bildirsene bana diye yanıt verdin. Ben de sana yaşını da gözeterek nezaketle hadiseyi bir daha özetledim.
(Doğru, Mehmet Torun’la ilk temasımız sanırım geçen yıldı, benim Facebook’ta paylaşılmış bir iletinin altına -kişisel fikrimi- yazmam sonucunda gerçekleşti. Bunun ardından da meseleyi üzerine vazife edinen Torun kardeşimiz bana hitaben uluorta küstah ve tehditkar cümleler kullanıp, “haddini bil” diyerek açıkça tehdit etti. Kalleşçe ve korkakça arkamdan saldıran Kutlucan kardeşler hariç ki, o an yapabileceğim hiçbir şey yoktu, yaşamım boyunca yüz yüze gelemediğim, yüz yüze gelmekten zerre kadar korktuğum hiçbir düşmanım olmadı! Sinirlenip “Kimdir bu Mehmet Torun” diye araştırdım önce. Sonra bir baktım ki, AKP Bursa İl Başkanı Cemalettin Torun’un yeğeni çıktı. Ha! Demek ki, amcasının siyasi pozisyonundan ötürü bu densizliği diye düşündüm! Ardından hemen telefonunu araştırdım ve buldum.
“Ben Mehmet Ali Yılmaz’ım” dedim, “akşam bana karşı tehditkar ifadeler kullanıp, ‘haddini bil’ dedin! Söyle bakalım, nerede buluşalım, hadi bildir bana bakalım haddimi?!.”
Tabii, baştan aslan kesilen Torun kardeşimin bir saniyede süt dökmüş kedi moduna girdiğini ve o konuşma sırasındaki hallerini artık bu saatten sonra buradan anlatmaya hiç gerek yok.
Ayrıca, yaşım sana denk olsaydı ne yapacaktın? Heykel önünde düelloya mı davet edecektin? Aradım ya işte seni, gel buluşalım, bana haddimi bildir diye?
Öte yandan “başörtüsü” konusunda düşüncelerim hala aynıdır. Başörtüsü İslam’ın şartı filan değil. “Ziynet yerlerini örtsünler” önerisindeki, “ziynet yerlerinin nereleri” olduğu konusunda bu gün bile hala binlerce tartışma vardır. İffetli yani namuslu olmak için başa örtü takmak gerekmez. Bu kavramlar insanın beynindedir. Hamile kadınların bile sokağa çıkmasını istemeyen, onları görünce aklına başka başka şeyler gelen bahtsız insanların dayatmasıdır. Kendisine ve eşine güvenmez bu kafa. Birilerinin kapacağından korkar! Onun için de çocuk yaştan itibaren kadınların beynini formatlayarak onları kapanmaya teşvik eder. Cahildir, bilmez, ya da bilir söylemez. Kuran’da aynen “ziynet yerlerinin” örtünmesi tavsiyesi gibi, “açılabileceğine dair ayetler” de vardır mesela. Artık hayızdan kesilmiş, evlenme arzu ve düşüncesi bulunmayan kadınlar örtüyü tamamen kaldırıp, bırakabilirler; bunu günümüzde kaç kadın biliyor? Cuma hutbelerinde siyaset yapıp duracaklarına bu ayetlerin varlığını açıklasalar, hiç olmazsa anneler o sıcaklarda, o ucube kıyafetlerin içinde bunalıp durmayacaklar. Başörtüsü öyle anlatıldığı gibi özgürlük filan değildir. Erkek milletinin kadını küçük yaştan itibaren kafesin arkasına koyduğu bir beyin yıkama suçudur bence. Devam edelim Mehmet Torun’un yazdıklarına…)
“Hakkımda bir yazı yazıyorsun, benimle konuşmadan... Yetmiyor, verdiğin bilgilerin neredeyse hepsi yalan dolan.”
(“İktidar partisinin Bursa İl Başkanının yeğeni olduğun ve çok fazla oy almış eskisi dururken, Cumhurbaşkanı tarafından hakkı yenilerek çok daha az oy almış olan Yusuf Ulcay hocanın göreve getirilmesinin ardından senin Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü’nde işe başladığın konusu” doğru mu değil mi? İşte bu iki somut bilgi yeter o yazının kaleme alınması için. Seni aramama, sormama hiç gerek yok. Bu arada kutluyorum, yukarıdaki iki cümlede kurduğun kafiyeyeden anlaşılıyor ki, ruhunda ince duygular ve şiirsellik barındırıyorsun sen Mehmet, yazmaya devam et bence…)
“Ve yine haddini aşarak benimle alay ediyorsun.”
(Bak bak bak! Bu çocukta çok derin bir had bildirme tutku ve arzusu var. Potansiyel had bildirici kendisi! Bak Memocan, benim bir yazı tarzım vardır. Sürekli okurlarım bunu iyi bilir. İğneleyici, ironik bir kalemim var, doğru. Onun adı dalga geçmek değil, ince ince hiciv etmektir. Ayrıca edebiyatta bir sanat alanıdır hiciv. Ben aralara nükteyi yani, espriyi de katarım okuması keyifli olsun diye. Ve kendimle dalga geçmeyi, kendimi “ti”ye almayı da çok severim. Kendime dair hiçbir kompleksim yok şimdilerde, daha doğrusu yaşamla, yaşanmışlıklarla hepsi kaybolup gitti. Benim sana bir abi olarak tavsiyem her şeyi sen de bu kadar çok ciddiye alma! Bazen sen de gül ve geç. O zaman daha güzel görürsün hem insanları hem de dünyayı…)
“Gazetecilik benim işim değil. Etiği filan konuşmaya lüzum yok.”
(Doğru, senin işin değil. Sen kendi işine bak.)
“Fakat kardeşim insan hakkı hukuku da mu bilmezsin sen! Bu ne çirkin bir ağız? Benim cüssem ve on yıldır emek verdiğim mesleğimle beni alçaltmak hangi ölçüye sığar!”
(O yazıya dönüp bir daha okursan Mehmet, aynı zamanda benim kendi cüssemi de “ti”ye aldığımı, kendi kendimle de dalga geçtiğimi göreceksin. Çünkü hakikaten sigarayı bıraktıktan sonra çok kilo aldım. Ben o bölümde senle dalga geçmiyorum. Ense ve arka meselesinden konuya yatay geçiş yaparak, senin arkanda amcanın olduğunu, işe ihtiyacı olan binlerce partili ya da partisiz gencin arkalarında kimse bulunmaması nedeniyle haklarının yendiğini , bu durumun yakışıksız, ayıp ve hatta günah olduğunu söylüyorum. Ayrıca iri cüsseli olmak ne zaman kabahat oldu? Koca Yusufların, Adalı Halillerin neslinden gelmiyor muyuz biz?
Diğer taraftan ben senin mesleğinle seni niye alçaltayım Mehmet? Ben de İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü mezunuyum. “Ben senin görünen eğitim ve birikiminle Rektörlüğe danışman olarak alınmanın komik olduğunu” anlatmaya çalışıyorum sadece. Bir daha oku, okuduğunu düzgün anla.)
“Hadi dayanaksız da olsa dedin ki Cemalettin Bey'in yeğeni yer tuttu; bu eleştiriyi anlar yanıtlarım. Yahu bir insanı fesat için küçük düşürmeye çalışmak hangi insan onuruna sığar? Şimdi sen bununla beni alçalttın mı sanırsın? Yahut bunu yaptın da kendin büyük mü kaldın sence? Ayıptır. Hakka giriyorsun ve benim hakkım sana helal değil. Allah katında hesaplaşırız bir gün.”
(Bak buradan yemin edeyim de inan… Sana karşı içimde fesatlık türünden en küçük bir menfi düşünce yok Mehmet. Sanıyorum biraz kendi kendine kurmuşsun sen. Ortada bir şey varsa bunu yapan sensin. Ben sadece duyurdum yani, görevimi yaptım. Ben hala neysem oyum, sen de neysen osun. Hem
Mehmet, bana öte dünyada diyecekler ki bundan çok eminim, “Allah hakkı için, kul hakkı için dünyadayken her türlü bedeli ödemek bahasına gerçekleri bulup çekinmeden, korkmadan yazdın. Doğruları duyurduğun için defalarca işinden kovuldun, saldırıya uğradın, çaresiz, günü geldi parasız kaldın. Sen defteri sağdan verilenlerdensin. Geç bakalım şuraya cennete…”
Ve ben de Tuğba ağacının altına sofrayı kurup, oturacağım Kevser Irmağı’nın yanına, hurilerle birlikte günümü gün edeceğim orada sonsuza dek.
Peki ya Mehmet, allame-i cihan olsalar bile o üniversiteden içeriye işe girebilmek için hiç bir şansları bulunmayan yurdumun eğitimli, birikimli, yetişmiş, zeki, çalışkan, genç ve güzel insanları dururken senin iki dakikada alınmış olman durumu karşısında ki, sakın inkar etme bak amel meleklerin her şeyi yazıp, not ettiler deftere…
Ne diyecekler sana öteki dünyada ha?
Bak bunu iyice bir kez daha iyice düşün derim ben sana?)
“Yanı sıra... Ben rektör danışmanı değilim. Osman Tüysüz basınla ilgili sor önce. Yahut Rektör Hoca'ya. Ben orada Genel Sekreter İsmail Hoca'nın ricasıyla asistanı olarak kısmi zamanlı olarak başladım. Bahsettiğin tanıtım birimini ne duydum, ne tanırım. Kimdir başı onu da bilmem. Zaten tüm birimlerin başında akademiden hocalar var. Böyle bir yere benim teknik olarak gelmem mümkün değil. Memur da değilim. İşim de Genel Sekreterliğe gelen evraklardaki ödeme yazılarını teknik açıdan kontrol etmek. Bu da benim bildiğim iş elbet.”
(Yeme bizi be Mehmet! Nerede görülmüş genel sekreterliğe gelen evraklardaki ödeme yazılarını teknik açıdan kontrol etmek için dışarıdan üstelik de yarı zamanlı eleman alıp çalıştırmak?!. Biraz daha yaratıcı olmalısın bence. Rektörlük Genel Sekreteri İsmail Hoca bir gece istihareye yatıyor, rüyasına giren AK sakallı bir dede ona “Bursa’da Mehmet Torun isimli çoh iyi bir çocuk var. Yarın git ona rica et, asistanın olsun” mu diyor yani? Yok mu oranın bir muhasebe birimi, yok mu evrakları zaten kontrol eden bir elemanı? Ayrıca rektörlüğün basın birimiyle de toplantı yaptığını biliyorum. Hiç kıvırma! Melekler onu da yazdılar deftere haberin olsun.)
“Bir başka konu amcam... Amcamın hadiseden haberi müsade almaya gittiğimde başlamadan önceki gün oldu. Zaten ünvan devşirilecek bir görev değil. Benim de orada tam zamanlı çalışmam kendi işlerim açısından mümkün değil. Maaş noktasına gelince, bunu arayıp bir hesap işlerine sormanı beklerdim. Ama fesadından buna da gerek görmemişsin. Taşeron şirket bünyesinde aylık 950 TL ile çalışacaktım. Ben bu işin maddiyatında değildim, zira bu görev sevdiğim saydığım insanları yalnız bırakmamaya, katkı koymaya yönelikti. Yazdıkların külliyen yalan! Sana bir şey daha söyleyeyim Mehmet Bey... 25'i Salı günü başladığım bu işi çok fazla vaktimi alacağı ve kendi işimi aksatacağı için de 3'ü itibariyle müsade isteyerek bıraktım. Sigorta da 29'unda işe giriş, 31'inde de işten ayrılışım var. Yani sana haber uçuranlar dersine iyi çalışmamış. Hoş... Senin de bir hakikati yazmak, eleştirmek gibi bir maksadın yok. O hakkımdaki galiz tabirleri kulağına üfleyen zatı da bugün aradım; fakat o da senin gibi telefonu açmadı. Fakat şunu unutmayın bu yaptığınız gayretullaha dokunur. Sen yüksek islami bilginle bunu iyi anlarsın. Ben sana hakaret etmeyeceğim Mehmet Bey. Herkes kumaşının kalitesini gösterir. Yazık! Diyecek söz yok sizin gibi ihtirasları gözünü kör eden, had bilmez, hak hukuk tanımaz insanlara. Allah hakettiğinle muamele etsin.”
(Amin… Ne diyeyim? Şu yukarıdaki ifadelerin neresinden tutarsanız tutun dökülüyor, elinizde kalıyor! Bir kere, “evladım, yavrum, bu bize yakışmaz, sen git başka yerde kendi işini yap” demeyen, diyemiyen amcanın bu yaklaşımı patlamış karpuz gibi ortalığa saçılmış durumda. Güya evrak kontrolü için üstelik de yarı zamanlı olarak AKP Bursa İl Başkanı’nın yeğenini işe alıp, 950 lira da para veren Uludağ Üniversitesi Rektörlüğünün ağzındaki çürük dişler gün gibi aşikar! Mehmet Torun, çok fazla vaktini alacağı için işi güya iki günde bırakmışmış! Oysa az önce “bu görevi sevdiği, saydığı insanları yalnız bırakmamak, onlara katkı sağlamak amacıyla kabul ettiğini” söyleyen bizzat kendisi değil miydi? Ne çabuk vazgeçti bu inançlı ve ilkeli tavrından?
Ben size yine işin doğrusunu anlatayım sevgili okurlar. Yazımızın ardından çok büyük rahatsızlık duyan Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü bu arkadaşı kapının önüne koymuş içeriden öğrendiğime göre. Öyle şu tarihte girdim, bu tarihte çıktım muhabbeti filan hepsi hikaye. Küçük görünen ama aslında çok büyük bir hatadan dönülmüş. Rektör Yusuf Ulcay’ı bu tavrından dolayı yine de kutluyorum. Hadi Mehmet, sana da hayırlı işler bu arada.)