Yazarlar

Mustafa’yı vurdular

post-img
Gökdere’nin kıyısında, tarihi Irgandı Köprüsünün biraz aşağısındaydı evimiz. Kışın büyük bir gürültüyle, yazınsa insanı rahatlatıp dinlendiren o kendine has tınısıyla akıp duran derenin çevresi asırlık kocaman salkım söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. Yemyeşil dokusuyla, Bursa’nın göbeğinde adeta bir cennetti o yıllarda da Setbaşı havzası. Sürüler halinde gezer, kokan ağaçlardan kendimize ok ve yaylar yapar, annelerimizin dolaplarından aşırdığımız çarşafları kullanarak kurduğumuz Kızılderili çadırlarının önüne, başımızın arkasına bağladığımız horoz tüyleriyle kıvanarak oturur, aynı çizgi romanlardaki gibi birbirimize önce “ugh” diyerek seslenirdik. Irgandı Köprüsü’nün altındaki kumlu bölge, incik boncuktan oluşan hazinelerimizi yine annelerimizden içindekileri bir kenara boşalttıktan sonra aşırdığımız teneke yumak kutularına koyup, gömdüğümüz kutsal ve gizli alanımızdı. Define Adası gibi çocuk romanlarını okurduk çünkü, Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarıyla büyümüştük biz. O kocaman taş köprüyü kaçarlarken Yunanlılar bombalamışlar ama daha sonra her iki ayağının içinde bulunan yüksek tavanlı mahzenleriyle birlikte tamir edip yenilemiş bizimkiler. Çok eskiden gayrı Müslümlerin işlettiği meyhaneler varmış oralarda. Bizimkisi de çok eski bir Rum eviydi. Mutfağının yanında yerde bulunan o kocaman kapak kaldırılıp da karşı duvara yaslandığı vakit, insanda arzın merkezine doğru uzun bir seyahate çıkacakmış hissi uyandıran ahşap merdivenler çıkardı önünüze. Ancak, yan tarafta bulunan elektrik düğmesini açtıktan sonra inebilirdiniz o zifiri karanlık, metrelerce aşağıdaki yüksek tavanlı büyük bodruma. Orada da kim bilir kaç yıl önceden kalmış dev şarap fıçıları dururdu. Bodrumdan bahçeye, oradan da dereye inerdik. Püskülsüz Efe’ye ait olduğu söylenirdi o evin. “Zemininde hazineler saklıymış” denilirdi. O canım yapı daha sonra apartmana dönüşmeden önce gerçekleştirilen temel hafriyatı sırasında hazine yerine topraktan bol bol kırık kandil ve yine kilden yapılmış tütün içme aparatları çıktı sadece. Tamamı ahşap olan yapının dereye bakan ve evin içine doğru uzayan, sadece ön tarafı açık, üstü çatıyla kapalı, kocaman bir oda büyüklüğündeki balkonu ne kadar büyük keyif sunardı insana anlatamam sizlere. Duvar diplerinde içi otla doldurulmuş sert yastıklar vardı. Zeminindeyse yumuşacık minderlerle, eski kumaş parçalarından kırpılan liftlerle dokunmuş kilimler seriliydi. Öndeki ferforje demir korkuluğun üstüne asılmış toprak saksıların içinden küpe çiçekleri fışkırır, kıpkırmızı karanfillerden yayılan o kadim koku insanı kendinden geçirirdi. Çok sıcak geçen yaz günlerinin gecelerinde bazen hepimiz ailece o balkona serilen yer yataklarında yatar, sabaha kadar yıldız toplardık gökyüzünden. Tam karşımızda, derenin öte yakasında Rüya Açıkhava Sineması vardı. Her Çarşamba film değişirdi orada. Evde dolmalar sarılır, çeşitli yiyecekler, mezeler hazırlanır, geniş bahçenin en arkasında bulunan masalardan biri kiralanarak ailece sinema keyfi yaşanırdı. İnsanın evinin yakınında bir açık hava sinemasının olması hem iyi hem de kötüydü. Eskiden şehirde öyle gürültü kirliliği filan yoktu. Filmi daha önce izlediğiniz için, o yaz akşamlarında evin içine kadar ulaşan sesten ötürü esas oğlanın kızı öptüğü ya da finalde kavuştukları son bölüme kadar uyuyabilmeniz asla mümkün olmazdı; zihniniz filmin her anını tekrar yaşatırdı size çünkü, hatta, yattığımız yerde tekrar ağladığımız bile olurdu bizim. Yine evimizin yani derenin karşı yakasında bir yokuş, o yokuşun hemen sağındaki yaşlı bir incir ağacının altında da “Siğil Dede’nin türbesi” vardı. Nedense o yıllarda çoluk çocuk herkesin elinde sıkça görülürdü bu zararsız hastalık. Uzaklardan gelenler Siğil Dede'ye önce bir mum yakıp Fatiha okurlar, ardından da incir ağacından kopardıkları ham meyvelerin sütünü yaralarına  sürerek sessizce uzaklaşırlardı oradan. Yatırın hemen altında, köşedeki evde “deli kızla” annesi oturur, hemen onun yanındaki mini minicik, küçücük iki katlı yapıdaysa ikiz kızlar Ayşegül’le, Hatice,  abileri Mustafa, Babaları İbrahim, anneleri Selime teyze ve Selime teyzenin adını hiçbir zaman işitmediğim yarı meczup erkek kardeşi yaşardı. “Çok sevmiş kızı ama vermemişler” derlerdi, “ondan dolayı kafayı biraz yemiş adam.” Evleri o kadar küçüktü, o kadar küçüktü ki, sol tarafında tahtadan daracık bir giriş kapısı ve sağ yanında da her biri 70-80 santimi geçmeyen iki ahşap sürgülü penceresi olan bir cephe düşünün, işte eni sadece bu kadarcıktı o ahşap minnacık yapının. İçeriye doğru en fazla 3 metre derinliği olan birinci kattaki ilk odanın üzerinde aynısından bir tane daha vardı, hepsi o kadar. Arka taraftaysa tuvalet ve küçük bir havadanlık bulunuyordu. Altı kişilik nüfus işte bu evde yaşayıp giderlerdi. İbrahim abinin mahalledeki lakabı “Sinek Efe’ydi .” Sinekliği Selime teyzeninkinin yarısına anca ulaşan kısacık boyundan, efeliğiyse evlat sevgisiyle dolu kocaman yüreğinden ötürüydü. Daha doğrusu mahalleli ona bu adı oğlu Mustafa vurulduktan sonra verdi. Lise sona gidiyordu Mustafa. Yani küçücüktü daha. Solcuydu. Ay yüzlü, mavi gözlü, yapılı yakışıklı bir delikanlıydı. Eline asla kan bulaşmamıştı. Lider kişilikliydi. Bir akşam silah sesleriyle fırladık yerimizden. Bir şey görememiştik ancak Gökdere Vadisi Selime teyzenin “Mustafa’mı vurdular, yetişin komşular” haykırışıyla çınlıyordu. O yıllar Türkiye’de terörün ortalıkta kol gezdiği, her gün 30-40 insanın hain kurşunlar ya da kahpe bombalarla can verdiği yıllardı. İki faşist katil önce kapısını tıklatıyor küçük evin. Zaten yol seviyesinde olan el kadar oda. Pencereye Selime teyze çıkıp, “evladım kime baktınız” diye soruyor? “Mustafa evde mi” diyorlar? “Siz kimsiniz evladım” diye soruyor bu kez Selime teyze kaygılanarak? “Biz arkadaşıyız teyzeciğim” diyorlar. Annesi içeriye doğru seslenip, “oğlum bak arkadaşların seni soruyor” deyince cama çıkıyor Mustafa da. Ve işte tam o anda bellerinden çıkardıkları tabancalarda bulunan mermileri sıkıyorlar üzerine doğru. Ölmedi Mustafa. Kurtuldu. Babam damperli kamyonunu derenin karşısına, Mustafaların evinin az aşağısına park ederdi. Ondan yedek anahtarı istemişti İbrahim abi. Geceleri kamyon kabininde elindeki Kırıkkale yapımı tabancasıyla yaz kış aylarca,  uzun süre bekledi, “belki oğlumu yine vurmaya gelirler” diye. Ve yine en karanlıklarından bir gece… Saat 23.00 suları… Zaten nereye kadar? Baba İbrahim artık kamyonda sabahlamayı bırakmış. Bu kez de pencerenin camını tıklatıyorlar önce. Perdeyi bu kez Mustafa aralıyor. Ve bir kez daha yaylım ateş. Göğsünden aldığı ağır yaralara rağmen kapıdan fırlayıp katillerini kovalamaya başlıyor Mustafa. Biri Irgandı Köprüsü’nün üzerinden kaçarken, diğeri sağa, Siğil Dede’nin bulunduğu yokuşa doğru yöneliyor. Ve tam Dede’nin önüne geldiğinde artık gücü kalmıyor ve oracığa yüz üstü düşüveriyor Mustafa. Elden gelen hiçbir şey yok. Gökdere’nin öte yakasındaki evimizin penceresinden  dehşet ve çaresizlik  içerisinde Mustafa’nın can çekişen bedenini izliyoruz. Ve yüreğine kor düşmüş bir ananın evladının başında dizini döve döve “gitti Mustafa’m, gitti Mustafa’m” diye çırpınışlarını. Yavaş yavaş bir kan gölü oluştu asfaltın üzerinde, yattığı yerde göğsüne yakın sol yanında. Hiç unutamıyorum, sokak lambasından yayılan cılız bir ışıkla, neredeyse ay gibi parlıyordu gecenin karanlığında. Bir an Mustafa’nın her zaman gülümseyen o sıcacık yüzünü gördüm sanki karşıdan o kan gölünün yüzeyinde. İri gözleriyle yine tebessüm ediyor gibiydi. Ne zaman Siğil Dede’nin önünden geçsem, henüz küçücük bir bedenden o gece asfalta yayılan kan deryasını yine hatırlar, aklıma ay yüzlü Mustafa’nın insana güven veren sıcacık masum siması ve henüz gencecikken çalınan yaşayamadığı hayatı gelir.      

Diğer Haberler