Yazarlar

Nergis üzerinde, bekleyenin gözyaşıdır çiy

post-img
Çocukluğumun ilk dönemi İsmail dedemin o iri siyah Remington marka daktilosunun tuşlarına basıp bir şeyler yazmaya çalışmakla, yazıhanenin hemen arkasına kurup adına da “Gutenberg”dediği matbaanın kurşun harfleriyle oynamakla geçti.   Kocaman bir merdanesi vardı matbaanın.   Yazılar kurşun harflerle kalıplara dizilir, Bursa’da hazırlatılan klişelerle de fotoğrafların basılması sağlanırdı gazete sayfalarına.   “Keles’in Sesi” hakikaten de Keles’in sesiydi 60’lı, 70’li yıllarda, Ankara’ya, bakanlara varıncaya dek her hafta ulaştırılırdı o yayın organı.   Bursa’ya taşındıktan sonra, Gökdere’nin kıyısında, Irgandı Köprüsü’nün hemen yanındaki evimize yerleştik; az aşağıdaki boş arsaya atılan fotoğraf negatiflerini toplardım zaman zaman, koleksiyon yapmak için.   Bursa Hakimiyet Gazetesi, Heykel’deki Ünlü Cadde’deydi o zamanlar; işi bitmiş biriken fazlalıkları getirip dere kıyısına atarlardı!   Oysa biri takip edip haber yapsa yeriydi yani, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu öyle değil mi?!.   Sen git başkalarına akıl fikir ver, onları yaz,  sonra da kalk çöpünü ortalık yere at!   Geçmişten bir iz işte, bir anı.   Sonra Ali Osman Sönmez aldı Bursa Hakimiyet’i.   Siyasetin çetin, ülke ekonomisinin henüz yetim olduğu yıllardı.   Herşey bir yana, bir dönem “gerçek gazetecilik” yapıldı bu kentte şimdinin aksine, bunu biliyor muydunuz?..   Deve dişi gibiydi yerel gazeteler, bir ısırdılar mı ses getirirlerdi dört bir yandan.   Rahmetli Aykan Hoca (Uzoğuz) vardı Bursa Hakimiyet’in başında, hemen yanıbaşındaki odadaysa Yunan şehir ilahesi Athena gibi bir zamanların “yazar tanrıçası” Arzu Yılmaz otururdu.   Henüz 25 yaşında, DSP’nin gencecik Yıldırım İlçe Başkanı olarak Arzu Yılmaz’ın karşısına oturup da ilk mülakatımı verdiğimde çok değil, birkaç sene sonra aynı çatı altında gazetecilik mesleğine başlayacağımı ve çeyrek asrı aşkın bir süre bu işi sürdüreceğimi nereden bilebilirdim ki?   “Şu an hayatta olsaydı mutlaka tanışıp, tanımak istediğiniz kişi kimdir” diye sormuştu bana da Arzu?   Diğer siyasetçiler bu soruya genellikle “Atatürk” diye yanıt verirlerdi o yıllarda, gevşeklik yapacaklar ya yine!..   Ben doğrudan “Hazreti Muhammed” dedim.   Gerçekten de döneminin bir devrimcisiydi Hazreti Muhammed, üstelik de tarihin en akıllı insanlarından biriydi ayrıca, “Sonuncusu benim” diyerek kendisinin ardından peygamberlik iddia edecek başkalarının önünü de kesmişti böylece kesin ve net olarak!   Mesela, İsa’nın ondan iki çocuk yaptığı iddia edilen Mecdelli Meryem değil ama O'nun anası olan “Meryem’le” de çok tanışmak isterdim; o da “insanlık tarihinin en büyük yalancısıdır” bana göre çünkü, “İsa’yı Tanrı’dan yaptım” diyerek milyarlarca insanı aldatarak, kandırıp durmaktadır bugün bile hâlâ!   Bursa Hakimiyet Gazetesi’nin 90’lı yılların başındaki yeri Fomara’dan, eski garaja doğru inerken solda sonuncu binadaydı.   Çaycı İsmail hâlâ tepsi tepsi çay taşırdı o vakitler yazıişlerine.   Kimler geldi, kimler geçti ama bir tek kişi geçip gitmedi Bursa Hakimiyet Gazetesi’nden, o da meslekte artık 26 yılını deviren Sönmez Medya’nın şimdiki Genel Yayın Yönetmeni Okan Tuna’dan başkası değildi.   Geçen hafta Kurşunlu’da, Balıkçı Rıza’da yemek yedik birlikte.   “Devran onca döndü değişti, herkes bir şekilde giderken onca yıldır sen nasıl bu kurumda hiç ayrılmadan kesintisiz çalışabildin Okan” diye sordum kendisine?   Yanıtını olduğu gibi yazıyorum.   “Başkaları gibi i.lik yapmadım, arkadan kuyu kazmadım abi, işimi yaptım sadece.”   Çok nadir de olsa kendimi tutamayıp, arada bir hırpalıyorum Okan’ı da ancak, hem bir meslektaş, hem de bir insan olarak onu ne kadar çok sevdiğimi bu dünyada en iyi kendisi bilir.   Yazılarımda sözünü ettiğim “Kokan Turna” karakterini kaleme alırken kastettiğim kişi Okan değildir, “medya eleştirilerime” dayanak yaptığım anonim bir kişiliktir aslında o.   “Okan Tuna’yla”, “Kokan Turna” ifadesi kafiye benzerliği taşıdığı için de her seferinde bizim Okan fırlar ve sitem eder abisine!   Oysa “Kokan Turna” benzetmesi “Balığın baştan koktuğuna” işaret etmesi bakımından anlamlıdır bana göre.   Hem, oldum olası her zaman “mis gibi” kokar Okan’ım, kullandığı parfümse gerçi şu an kampanyası var, 71 liraya düşmüş ama tam 300 küsur liralık “İnvictus’tur” bu böyle biline herkes tarafından; isteyen de gidip koklayabilir zaten!   “Yasemin Park’taki ev de kiraydı, sahibi de Hasan Çelebi isimli biriydi abi” dedi ayrıca Okan; paylaşmış olayım.   Süleyman Demirel’in, “Barışmasını bilmeyen kavga etmesin” lafını çok severim.   Yalan değil, uzun süredir kırgındı Okan Tuna bana.   Sonra bizim gönül adamı Safa (Gönen) “Abi küslük size yakışmıyor, ben bu masaya Okan’ı da çağırıyorum” deyince bir akşam hemen kalktı geldi Ceviz Restoran’a.   Bu ikinci buluşmamız olacaktı o günden sonra, dediğim gibi birlikte Kurşunlu’da balık yiyip, düşman çatlatacaktık.   Dile kolay, sen bir kuruma denenmek üzere stajyer muhabir olarak gir, sonra istihbarat şefi, haber müdürü, haber koordinatörü, yazıişleri müdürü ol, yapımcılık, sunuculuk, köşe yazarlığı görevlerini üstlen, ardından da son olarak televizyon, radyo, gazete ve web sitesinin genel yayın yönetmenliğini yürüt…   Okan’ın bu başarısının özünde “Sabreden derviş, muradına erermiş” ya da “Azimle s.çan duvarı delermiş” özlü sözlerinin sağlaması mevcut hiç kuşkusuz!   Öyle berbat bir milletir ki aslında bu gazeteci takımı, haset, fesat, ayak oyunları, arkadan iş çevirmeler, ne ararsan vardır, bezdirirler, bu işi yaptığına pişman ederler adamı!   Hiçbir şey yapmana gerek yok, sen onlardan daha iyi yaz, bil ki hemen düşman olurlar sana, daha iyi giyin, daha iyi bir yerlere git, yeterlidir mesela kuyunu kazmaya başlamaları için.   Bunu çok iyi bildiğim için söylüyorum, gerçekten de çok zordu Okan Tuna’nın işi ve ince ince dokuya dokuya zirveye ulaşmayı başardı Okan, eferin ona!   Artık “emekli olup, Ege’nin küçük bir köyüne yerleşmeyi” düşündüğü bir sırada Sönmez Medya’nın Genel Müdürü Burak Özgün’ün önerisiyle Celal Sönmez’den bundan 3 yıl önce “genel yayın yönetmenliği” teklifi alıyor Okan.   Tabii onun en büyük şansı Burak gibi nitelikli, kaliteli, efendi  ve birikimli bir yöneticiyle aynı dönemde beraber olması.   Birbirleriyle büyük bir uyum ve eşgüdüm içerisinde çalışmaya başlıyor sonra bu ikili.   Celal Sönmez’in yıllarca kuruma sürekli zarar ettiren yöneticilere sövüp durmaktan dolayı artık dilinde “köpek tüyü” bitmişti, habire diğer cebinden kaynak aktarıyordu medyaya.   O da ne!   Bırakın zararı, tarihinde ilk kez “kâra” geçmeye başlıyor Sönmez Medya onların döneminde.   İnternet, televizyon, gazete ve dergide yayınlanmak üzere paket reklamlar hazırlıyorlar önce.   Sonra bir bir müşterileri ziyaret etmeye başlıyorlar.   Ardından önce matbaayı revize ediyorlar, sonra bunu yeterli görmeyince makineleri tümden kapatıp, gazeteyi İstanbul’da, Habertürk’ün matbaasında bastırmaya başlıyorlar, üstelik de 28 sayfa ve tamamı renkli olarak.   Bu çoktan yapılması gereken girişim sonunda kurumun baskı gideri boru değil, tam yüzde 30 oranında azalıyor.   Devamında kuruma alınmış ne kadar taşıt varsa hepsini satıyor Okan ve Burak.   Parayı da güzelce kasaya koyuyorlar.   Ardından tamamı elektrikle çalışan ve büyük kısmı reklam karşılığı barter olmak üzere Toyota marka sıfır otomobiller kiralıyorlar işlerin görülebilmesi için.   Kar lastiğinden kaskosuna, bakımından vergilerine kadar her türlü masrafı karşı tarafa ait, üstelik de her seferinde 270 kilometre gidebilen bu araçların her birinin deposu sadece 4 lira gibi komik bir paraya doluyor; aylık kiraları da ne kadar biliyor musunuz?   Yalnızca 300 Euro, hepsi o kadar!   Bursa medyasında bu tür yenilikleri eskiden hep Cavit Çağlar yapardı, tarihinde ilk defa Sönmez Medya yatırım ve atılımda Olay Medya’yı geçmiş durumda!   Yakında Çağlar da medyanın araçlarını elektrikli otomobillerle değiştirir, Olay Gazetesi’ni de aynı yerde bastırmaya kalkarsa hiç şaşırmayın!   Ha! Bu arada, gazetenin girişine son teknoloji bir “yüz tanıma sistemi” de koymuş Okan-Burak ikilisi, Bülent Arınç’ın tavassut ve torpiliyle göreve gelen “kabiliyetsiz” ve “yüzsüzleri”içeri almıyorlar, haberiniz olsun!   Bir zamanlar benim de haber müdürlüğü görevini üstlendiğim 95.7 frekansından yayın yapan Radyo S’in bizim zamanımızdan kalma 1 kwh gücündeki vericisini değiştirip, 5 kwh’ya yükseltmişler ayrıca, kanal İstanbul’daki benzerlerinden çok daha net ve kusursuz ses veriyor dört bir yana.   Bursa Hakimiyet’in internet sitesi mi?   Dünyadaki toplam 1 milyon 500 bin benzerinin arasında 470’nci sırada, bu müthiş bir başarı doğrusu.   “Gelecekte yayıncılığın tamamen internet üzerinden yapılacağını” düşünüyor Okan, onun için de tam 4 vardiya ekip kurmuşlar, anında kesintisiz haber girişi yapılıyor orada da.   Basın İlan Kurumu Bursa’da tam 11 yerel gazeteye reklam dağıtıyor.   Bir de bunları tehdit ve şantaj mekanizması gibi kullanıp belediyelere çöküyor bazılarının sahipleri!   Mesela, Kutlucan’ların Yıldırım’dan fahiş fiyatlarla ihale alamayınca satın aldıkları Yeni Dönem Gazetesi…   Güya akıllarınca Yıldırım’ın pırlanta gibi yöneticilerini vuracaklar ya?   Belediyeye işini görmek üzere gelen vatandaşlara ikram edilen lokum ve şeker faturasını manşete çekiyor bu gazetenin başındaki İbrahim Öge denen kişi.   FETÖ’cü Vali Şahabettin Harput’a danışmanlık yaparken aldığı paraları, valiliğin bodrumunda çürüyen kendi bastığı kamyon kamyon dergilerin faturalarını da yayınlasa ya?   Ya da FETÖ’cülerin işlettiği İzgün Yemek Sanayii’nden alıp, SGK’ya sattığı yemeklerin belgelerini?   Satsalar hadi neyse, bir de günlük 150-200 adet bile satmıyor bu gazeteler ancak, bayilerden kendileri toplu alımlar yaparak sanki 5 bin adet satılıyormuş gibi gösteriliyorlar!   Basın İlan Kurumu siyasi nedenlerle olsa gerek, doğru dürüst kontrol de etmiyor bunları.   Etse, bir dakikada dökülecek foyaları çünkü ortaya!   Bunlardan biri de işi gazetecilik olmadığı halde geçmişte bünyesinde sırf Basın İlan gelirini cebine atmak amacıyla birden fazla gazete barındıran Cüneyt Dizdar'dır.   Bir gazete çıkarabilecek personele 3 gazete birden hazırlatıp, Basın İlan Kurumu’ndan her ay gelen en az 100 kağıdı cebe atıyordu Dizdar bir vakitler.       Sonra aldılar gazetelerini bunun elinden, camiada rivayet o ki, şimdi başkalarının üzerinde görünen bazı gazeteler aslında yine  Cüneyt Dizdar’a ait!   Bu şekilde haksız yere ilan-reklam pastasından pay kaparak asıl işi gazetecilik olan yayın kuruluşlarını da baltalıyor bu insanlar.   Hem satmıyorlar, zaten kimse gazetelerinin yüzüne bakmıyor,  hem de belediyelerin kasalarından milyonlarca lira fonlatıyorlar kendilerini yıllardır.   Rahmetli Saruhan abi (Ayber) hep söylerdi, “Gazetelerin fonlanma dönemi bitsin, bakalım kaçı ayakta kalıyor” diye?   “İddialıyım, biz kalırız abi” dedi Okan; “belediyeler ama tüm gazetelere birden para vermeyi kessin, özel sektörden toplayacağımız ilanlarla, belki biraz zorluk çekeriz ama Sönmez Medya olarak yine Celal beyden bir kuruş takviye almaksızın kendi ayaklarımızın üzerinde adam gibi dururuz biz!..”   Helal olsun Okan’ıma be!   Bu kadar da açık, net ve iddialı Okan Tuna.   Aslında asıl işleri yayıncılık olan kuruluşların yöneticileri bir araya gelmeli ve bu asalak yapılanmaların artık def edilmeleri için bir politika oluşturulmalı Bursa’da.   Bir su damlası kadar duru ve güzel kızları Damla’nın dedesi,  bizim meslekten Erol abinin de (Nural) kulaklarını çınlattık Okan’la o gece biraz, iyilikle andık onu da.   Ne güzel, ne kadar da beyefendi bir insandır Erol abi, çok sever, çok sayarım her zaman oldum olası.   “Ben de öz babam kadar severim” diyor O’nun için Okan da.   Sadece 50 yaşındayken bir kalp krizi sonucu kaybetmiş babası Ayhan Tuna’yı Okan yıllar önce; Allah rahmet eylesin.   Sonra, “siz başardınız abi” dedi bir ara, “ne kadar çok arzu ederdim bizim de aynı şeyi gerçekleştirmemizi”.   Ardından artık sigara dumanından mı ne bileyim ya da buz gibi Tekirdağ rakısının genzine kaçmasından mıdır nedir, gözleri yaşarıp buğulandı biraz, aydınlık gecelerde derin su kuyularının üzerine düşen ayın şavkı gibi parlayıp titredi bir süre göz bebekleri!   Marmara Denizi’nin karanlık enginliklerine doğru dalıp gitti devamında.   Çiy taneleri bilirim;  Bir ağlayışın ilk habercisi, Yahut sonsuza dek ağlayamamanın… Yüreğinde volkanlar barındırmanın, Alevsiz ve dumansız içten içe yanmanın, Bir damla gözyaşına hasret kalmanın Yüreklerdeki uzantısı, Çiy taneleri bilirim…   Çiy taneleri bilirim;  Zerreden küçük, küreden yüce… Sessiz çığlıkların arasına saklanıp, Acemi ve toy yüreklerde burkulan, Elmas gibi parlak, o denli hırçın, Çiy taneleri bilirim.   Çiy taneleri bilirim;  İlham eder alıp başını gitmeyi mesela. Yahut yere eğip hüngür hüngür ağlamayı. Gözün sedefinden gönle burgu gibi düşen, Düştüğü yeri yakan, yaktığını çıldırtan, Çiy taneleri bilirim…   (Ahmet Öztürk)     Masumiyetin, saflığın, beyazlığın ve şeffaflığın sembolüdür Türk edebiyatında da çiy ya da şebnem taneleri.   Bülbüle haber taşıyan saba rüzgârı ne zaman esecek diye bekleşip durur aşıklar Kaf Dağı’nın ardında?   Kelimeleri soyup özü gösteren dil güzellemelerinde bir Yusuf güzelliği vardır çiyde, bir Yakup özlemi.   Yüz kişinin içinde bir aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur, bilesiniz.   Okan’ım da insanca, çok insanca, biraz ıslak ama ay gibi ışıl ışıldı o gece.   Gül üzerinde, bülbülün kan ağlayışı; lâle üzerinde olunca inci; gonca üzerindeyse sevgilinin dişi; nergis üzerinde de bekleyenin gözyaşıdır çiy.   Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi, “yine de en çok çiy damlası, en sessiz gecede düşer, bilirim”.   O en sessiz geceyi bekliyor Okan’ım bir yandan hasretle.   Umarım gerçekleşir tüm dilekleri.  

Diğer Haberler