Yazarlar

Öğretmenlerim

post-img
Nezahat Öğretmendi ilk eğitmenim. Keles'te, evimizin karşısındaki minicik bir lojmanda annesiyle birlikte yaşardı, dersin başlayacağını bildiren çan çalındığında hemen yan tarafındaki 1'nci Murat İlköğretim Okulu'na geçiverirdi Nezahat Öğretmen. Gencecik, minyon yüzlü, kıvırcık saçlı, çıtı pıtı bir çalı kuşuydu bu kız. Çok ama çok severdim. Hadi adına "aşk" demeyelim ama sadece 6 yaşındaki bir oğlan çocuğunun hayatındaki ilk kadındı. Okul müdürümüz rahmetli Recep Bodur'u anmadan olmaz. O herkesin başöğretmeniydi. Dersler başlamadan önce tüm öğrenci ve öğretmenleri arka bahçede toplar, yaklaşık bir yarım saat kadar kültürfizik hareketleri yaptırırdı. Mandolin çalar, bir üst sınıfların bu enstrümanı öğrenmesi için dersler düzenlerdi. Sonra, gitti bizim Nezahat Öğretmen; başka yere tayini çıkmıştı herhalde. Sonra Zerbap geldi. Yeğeni Ali Asker Yalçın'la yıllar sonra aynı üniversitenin, aynı sınıfında buluşacak hatta, Bursa Muradiye Devlet Hastanesi'nde apandisit ameliyatı olup, aynı koğuşta yatacaktık. Zerbap'ın nedenini yıllar sonra çözeceğim bir kini vardı bacak kadar çocuk olan bizlere karşı! En ufak bir yaramazlığımızda yanına çağırır, uzattığı sağ elinin baş ve işaret parmaklarının tırnaklarını her iki yönden sıktırarak, kulak memelerimizi kanatana dek acıtırdı! Annem fark etti bir gün durumu. Ve "Panter Emel" gibi derhal Zerbap'ın yanına giderek ağzına etti! O güne dek bizlere "Yezit" muamelesi yapan Zerbap adeta kuzuya döndü sonra yolunacağını anlayınca! İlkokul üçüncü sınıfı bitirene kadar kalmıştım Keles'te. Sonra ailem Bursa'ya taşınınca anneannemin yanında dönemi tamamlayıp, ben de geldim buraya. Buradaki ilk okulum Namık Kemal'di. O sıra yeni ev yaptırıyor, geçici olarak henüz yıkılmayan bahçedeki eski evin mutfağında barınıyorduk hepimiz. Çıkış kapısının önüne sabahtan bazen bir kamyon kum, bazen tuğla, bazen de demir bırakılıyordu. Ee ustalar gelip de bir kısmını içeriye taşıyıncaya kadar açılmıyordu kapı dolayısıyla. Ben de mecburen ilk derse gecikiyordum bazen. Adını, simasını bile hatırlamıyorum çünkü o kadar nefret etmiş olmalıyım ki kadından! Açıp da içeri girdiğimde hemen kapının arkasını işaret ederdi nemrut öğretmen! Ve bir saat boyunca elimde çanta, tek ayaküstünde bekletirdi büyük bir keyifle beni. Öğretmenler kutsalmış! S.çayım kutsalına! Çok kıymetli, çok değerli, eli öpülesi insanlarımız var elbette ama... Bacak kadar çocukların kulaklarını kanatıncaya kadar tırnaklarıyla sıktırıp, onları arkadaşlarının önünde küçük düşürerek kapı arkasında tek ayak üstünde bekletecek, hatta dövecek kadar şefkat yoksunu olan öğretmenlere kutsal mı derim ben?!. Bizim birader anlatmıştı... Hiç haberimiz olmamış meğerse... İlkokuldaki sınıf öğretmeni bunu sık sık dövermiş! Okul bitti, meslek sahibi kocaman adam oldu Şahin. Yıllarca her öğretmenler gününde, emekli olduktan sonra bile elinde bir buket çiçekle elini öpmeye gitti kadının. Sonra bir gün düşünmüş kendi kendine, "Bu insan hep beni dövdü. Niye ben bu kadar yüceltiyorum bunu; üstelik de hala"?!. Sonra her 24 Kasım günü geldiğinde bu işkenceci öğretmen çiçek yerine artık aldı pupiyi! Çok yüceltiyoruz bazı hak etmeyenleri. Onlara kutsallık atfedip, ömrümüz boyunca tapınıyoruz adeta. Sonra, aldılar beni Namık Kemal'den, Atatürk İlköğretim Okulu'na, yazdırdılar beşinci sınıfta. Öğretmenimiz Hamdi. Bu kadar bomboş, talebelerine neredeyse hiçbir şey vermeyen bir adam tanımadım daha. Düşünün, okul bitene doğru Anadolu Lisesi sınavlarına giriyoruz, sınıfta bir tek çilli, kırmızı saçlı, saçları iki yönden önüne doğru örgülü biçimde sarkan bir kız kazanıyor imtihanı. Başarının, prodüktivitenin ölçümü yok o yıllarda. Hamdi insanı ayağa kaldırıp bir şey sorar, "Evet" yanıtını verirsiniz; aklınca güya espri yapacak ya... "Eve et" diye karşılık verir size! Bursa Erkek Lisesi'nin ortaokuluna devam ederken bir gün, eski bir Bursa evinin çatısındaki yuvadan lodos nedeniyle yere düşmüş, bir kedi tarafından da neredeyse yutulmak üzere olan bir kırlangıç yavrusunu cebime koyup, sınıfa götürdüğüm için dövmüştü beni vicdansız bir matematik öğretmeni! Böyle bir insanlık olur mu ya? Böyle öğretmenlik olur mu? Fen Bilgisi Öğretmenimiz Abdülvahap Kaya'yı daima sevgi ve saygıyla anarım mesela. Sınıfta bir mikroskopa sahip tek öğrenci olarak annemi okula çağırıp teşekkür etmişti benim için. Ve o gün yaşamımdaki en değerli armağanlardan biri olan Aziz Nesin'in, "Zübük" isimli kitabını alıp hediye etmişti annem bana. Bir müzik odamız vardı Erkek Lisesi'nin bodrum katında. "Korg" markalı bir org ve hemen yanında da bir bateri vardı içinde. Hafta sonlarına girildiğinde eski binanın balkonundaki direğe bayrak çekilirken topluca okuduğumuz İstiklal Marşında ilk sesi veren, sonra da eliyle bir orkestrayı yöneten şef kıvamında işaretler yapan başı kel bir müzik öğretmenimiz vardı; Ethem Zelyut'tu adı. 1980 öncesi kızı bir sol örgüte üye oluyor sonradan işittiğime göre, polis evlerinde arama yapıyor bunların ve bir sürü yasaklı kitap buluyorlar. Konuşturmak için de bizim müzik öğretmenimizi alıp, içeride epeyce işkence ediyorlar. Artık hangi adice muamelelere maruz kaldıysa, sonradan evinde banyoda, üzerine benzin dökerek intihar ediyor adam. Ulan ne acılar çekti geçmişte bu millet be! Öğretmeninden ayrı çekti, polisinden, politikacısından ayrı çekti! Lise 3'ncü sınıfı Edirne'de okumuştum, anarşiden dolayı. Ben de bu ülkede devrim yapmaya karar verenlerden olduğum için orada asker olan Yavuz dayım alıp, Edirne'ye götürmüştü beni zorla. Kimya öğretmenimizin adı "Edip'ti". Bir grup arkadaşla birlikte Edirne Lisesi'nin arkasında sigara içerken okulun ilk günü yanımıza gelmiş, ben de "Birader buyur sen de yak" diyerek, bir paket Marlboro uzatmıştım kendisine. Meğerse adam kimya öğretmenimizmiş! Çok tıfıl bulduğumuz için ilk derse o henüz gelmeden önce tahtaya tebeşirle "Ey Edip Adana'da pide ye" diye yazmıştık! Tersten okununca da aynı anlam çıkıyordu çünkü! Çok zor geçtim Kimya'dan! Tarih öğretmenimiz ensesi kalın, iri yarı, aynı zamanda yağlı güreş pehlivanıydı; Kırkpınar'a katılırdı her yıl. Ona öykünüp, spor salonunda karate kurslarına katıldık. Epeyce bir "ha-hi-hu" çalıştıktan sonra bir gün öğretmenimiz gözünde güneş gözlükleriyle geldi derse. Baştan anlayamadık durumu. Sonra ortaya çıktı mesele. Adam geceleri ek iş olarak Edirne'deki bir pavyonda fedailik yaparmış. Bir gün bir masada "hesap sorunu" yaşanıp da müşterilere karate hocası kıvamında muamele etmeye kalkışınca biri kalkıp, iki yumruk patlatıyor buna! Ve her iki gözü de kömür gibi mosmor oluyor! Hesaba itiraz eden kimmiş biliyor musunuz? "Bir boksör!.." Daha o gün çıkardık üzerimizdeki beyaz kıyafetleri ve derhal "boksa" yazıldık! Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin başkanı Rahmetli Profesör Erhan Kotar'dı. Elinde bir radyo anteniyle muhasebe derslerimize girer, sonra onu çekip uzatarak tahtada yazılı olanları bize işaret ederek gösterirdi. Şeker şerbet gibi bir adamdı. Öğrenciler spor salonunda folklor yapıp, Üsküp oyunları üzerinde çalışırken, misafirlerini okulu dolaştırmak için oraya da getirir, "Bakın" derdi yanındakilere, "çocuklar nasıl da güzel Artvin oynuyorlar"! İstatistik Profesörü Özer Serper tüm öğrencilerin baş belasıydı! Sınavdan 50 alsan geçeceksin, yahu 49 buçukla bırakılır mı bir insan?!. Üniversiteyi bitirdikten yıllar sonra defalarca rüyama girdi İstatistik ve Sayısal Yöntemler dersi! Her seferinde sınava giriyor, yine 49 buçuk alınca kabuslar içinde uyanıyordum! Asistanı Necmi Gürsakal teselli ediyordu bazen düşlerimde beni, "Üzülme bir daha ki seferinde kazanırsın" diye! Erkek Lisesi'nde okurken bir Felsefe öğretmenimiz vardı; adını hiç hatırlamıyorum. Dut gibi sarhoş gelirdi derslere. İmtihanlarda herkese 10, herkese 10!.. Evrim teorisini ilkin ondan öğrendik biz, sonra da devrime geçtik zaten! Belleğimdeki varlığını koruyanlardan biri de Din Bilgisi ve Ahlak Dersi öğretmenimizdi. Sınıfta sıraların üzerine çıkararak namaz kıldırırdı bize. Namaz surelerinin hepsini ezberlemiş, bir tek Bakara Suresi'nin 255'nci ayetinde takılıp kalmıştım. Oradan da hala hatırladığım, "Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyum..." cümlesinden ibarettir. Çünkü araba çarptı adama! Bizim okulun hemen alt tarafında da Kız Lisesi vardı. "Kızlara bakmak günah" diye okula hep başı önünde gidip gelirdi adam. Hadi kızlara bakma da sağdan soldan gelen arabalara bak bari! Bir gün tam kavşakta "gümm" diye bir otomobil çarpıyor buna! Yaklaşık 6 ay kadar hastanede yattı, epey bir kemiği kırılmış zavallının. Aradan yıllar geçince gördüm kendisini bir Bursa sokağında, gözler fer fecir, nasıl bakıyor karşıdan karşıya geçerken sağa sola anlatamam! Fakat, eskinin eğitim ve öğretimi bizim okuduğumuz yıllarda çok çok daha kaliteliydi. Sevgili Can Ertan'la birlikte Başbakan Eski Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır'ı konuk etmiştik ON TV'de. "Neden" demiştim, "ilk teskereyi kabul etmediniz o zaman"? Çünkü bu konudaki net ve açık tavrı, O'nun siyasi yaşamının bitmesine neden olacak dik duruşlarından biriydi. Dedi ki, "Ben Bursa Erkek Lisesi'nde okudum. Bize orada öğretmediler sadece, aynı zamanda eğittiler!.. Öğretim başka bir şeydir, eğitim başka! Şimdiki çocuklara ne yazık ki sadece öğretiliyor! Bize yurtsever olmayı, vatanımızı, milletimizi korumayı da öğretip eğitti hocalarımız. Biz o teskereye 'Evet' oyu verseydik eğer, tam 60 bin Amerikan askeri bu gün topraklarımızda olacaktı! Amerikalıların girdikleri bir yerden çıktıkları nerede görülmüş? O oylama bizim için Türkiye'nin egemenlik, vatan ve millet meselesiydi; aksini yapamazdık!.." Öğretmen olmak için mutlaka bir eğitim fakültesini bitirip, okullarda derslere girmeye de gerek yok. Öğrenmeye meraklı, iyi bir öğrenci olun yeter! Zaten, herkes herkesin öğretmenidir aslında! Nice ilkokul mezunu işadamları var emrinde profesörler çalıştıran. Örneğin, ne çok şey öğrendik Ertuğrul Yalçınbayır'dan. İlkeli, demokrat ve dik duruşuyla ne kadar büyük anlamlar kattı siyaset dünyasına. Kendisini hayattaki öğretmenlerimden biri olarak selamlıyor, ellerinden sevgiyle öpüyorum. Mesele öğretmen olmakta değil, önce adam olmakta, insan olmakta, aydın olmakta; gerisi boş ve hamaset! Hepimizin "Öğretmenler Günü" kutlu olsun...

Diğer Haberler