Yazarlar

Okur

post-img
Geçen hafta arayıp yakınmasını iletmişti “Okur”.   Unuttum açıkçası.   Daha doğrusu, not aldığım kağıdı o sıra bulunduğum yerde unuttum.   “Fikri takip” böyle bir şey işte.   Yememiş, içmemiş, üşenmemiş dün akşam saat 9’a 19 kala üstüne bir de cep telefonumdan mesaj göndermiş Okur.   Şöyle diyor orada:   “Sorum şu: Halkın derdini yazcan mı yoksa, üst tabaka politikasına devam mı?!.”   Ve ekliyor:   “Ltfn cevap ver.”   “Okur” bu, haklı, hesap soruyor!   Okur Hakları Evrensel Beyannamesine göre yetkisi var buna!   “Kısa yaz” der, “uzun yaz” der, mesaj gönderir, yorum yapar, yazıyı, fikrini beğenmez, hepsinde de hakkı.   Şehir dışına seyahat etmek için vardığı Bursa Otobüs Terminali’nde aracının hareket saatini beklerken canı bir çorba içmek istiyor Okur’un.   Eskiden Faruk Kuzaltı’nın işlettiği restoran kısmına gidince yerinde yellerin estiğini, dükkanın bölümlere ayrılarak şekerci ve pişmaniyecilere kiraya verildiğini görüyor.   Soruyor, yan tarafı işaret ediyorlar.   “Ev yemekleri” yazıyor dükkanın tabelasının üzerinde.   Sabaha karşı saat üç.    “Simsiyah tencereler” diyor, “ortalıkta. Her yan pislikten, kirden geçilmiyor. Zar zor içtiğim bir tas çorba için tam 7 lira aldılar. Bu gün o kadar paraya fabrikalara 3 kap yemek gidiyor. Yazık değil mi vatandaşa? Bir belediye halkını niye düşünmez?”   Sabah uyanıp da mesajı görünce yüzümü yıkayıp giyindim.   Genellikle yazımı bitirip gazeteye göndermeden evden pek çıkmam.   Önce uğrayıp bir porsiyon kıymalı börek yiyeceğim sıcak, demli bir çayın eşliğinde, sonra da Bursa Şehirler Arası Otobüs Terminali’ne gidip bizzat “olay yeri incelemesi” yapacağım!   Öyle her “Okur’un” söylediğine inanıp da başkalarının ağzından yazarsan yazılarını, günün birinde öyle bir oturursun ki şapa neye uğradığını anlayamazsın vallahi.   Olay’da televizyon programı yaptığım bir sırada pek yakında gerçekleşecek ANAP Osmangazi İlçe Kongresi’ni konuşuyoruz canlı yayında bir vakitler konuklarımla, bir yandan da telefon bağlantısı alıyorum.   “Alan” Rafet bu, keraneci Rafet Alan arıyor kendisini başka bir partili diye tanıtarak, amacı ortalığı karıştırmak!   On dakika sonra gerçek kişi aramasın mı “o ben değildim” diye!   Bunları bile gördük zamanında biz!   Aracımı park edip arka kapıya doğru yöneliyorum.   Sol tarafta kocaman bir tabela, üzerindeyse şunlar yazıyor:   “Osmanlı’nın ilk mirası Bursa, UNESCO Dünya mirası listesinde. Recep Altepe”   Eyi, güzel, tebrik ederim.   Yalnız, Osmanlı’nın ilk mirası Bursa değil, gerçi orası da Bursa’ya bağlı ama Osmanlı’nın ilk başkenti Yenişehir’dir ve orada da o dönemden kalan pek çok tarihi eser vardır.   Yaklaşık 25 sene baş şehirlik yapmıştır Osmanlı’ya Yenişehir.   Yenişehir’i de diğerleri gibi alt yapı bakımından ihya eden Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’den niyazım, ilçenin bu yönünü de öne çıkarması ve oranın tarihi eserlerine de şöyle bir el atmasıdır.   İçeri girince soruyorum bir pişmaniyeci tezgahtarına “Bir tas sıcak çorba nerede içebilirim” diye?   Arka tarafı işaret ediyor.   Dükkanın önüne vardığımda karşılaştığım tablonun öyle hiç de “Okur’un anlattığı gibi olmadığını, tam tersi ortalığın mis gibi tertemiz ve derli toplu olduğunu görüyorum.   Her türlü ızgaralık et buzdolabının camekanından acıkanlara cennet taamlarını muştuluyor!   Üzerlerinde buğuları tüten çeşit çeşit yemekler insanın iştahını kabartıyor.   İnsanlar oturmuşlar afiyetle karınlarını doyurmaktalar.   Yaklaşıp soruyorum garsona “bir tas çorba kaç lira” diye, “mercimek, domates, tavuk suyu 7 lira, kelle ve ayak paça 10 lira yanıtını” veriyor delikanlı.   Şehir lokantalarında da fiyatlar aşağı yukarı böyle, en fazla 1 lira oynar.   Ee bir de burası gelen geçen hanı, ihaleyi alırken rekabeti var, yüksek kirası var, kolay değil işletmek.   Arıyorum telefonla “Okur’u”; gördüğüm manzarayı anlatıyorum ona da.   “Şimdi seni boşu boşuna götürmüş mü oluyorum oraya ben?”   Yoo!   Yedi çarpı yirmi dört emrindeyiz anacım, sen “git” de gideriz, “gel” de geliriz alimallah, okursun sen okur, her türlü hakkın var!   “İyi de ben ordan geçerken gece saat 3’tü” diye düzeltmeye çalışıyor durumu Okur.   Onu bilemem, belki hazırlık, belki de temizlik yapılıyordu ama şu anki görüntü tertemiz.   Okur’u kendisiyle baş başa bırakıp şöyle bir dolaşıyorum etrafı.   Hiç şüphe yok ki diğer büyük şehirlerdekiler de dahil Bursa Otobüs Terminali Türkiye’de gördüğüm en güzel, en temiz, en bakımlı mekan.   Oranın “hanım” bir müdürü vardı, duruyorsa helal olsun, tebrik ederim vallahi.   Hanımeli gibi kokuyor o kocaman terminal binası.   Tabii, işletmecisi BURULAŞ’ı ve oranın hayırsız müdürü Levent Fidansoy’u da kutlamak lazım.   Aradım, gene dün meşgule düşürdü telefonu, sanıyorum korkuyor benden!   Bööhh!   Kaça sattın Chesna uçağı ton ton müdürüm, kaça aldın kaça sattın?   Arada ne kadar zarar etti kurum?   Bak, hala cevap vermiyor, yan kıstırgaç gibi yandan yandan kaçıyorsun!   Bende “fil hafızası” vardır bak onu da söyleyeyim, iyiyi de kötüyü de aradan yüz sene bile geçse asla unutmam, yazıyorum bir kenara bunu da haberin olsun!   Okur’un cep telefonum vasıtasıyla yaptığı taciz nedeniyle iyi ki çıkmışım evden, iyi geldi.   Bir vakitler köyde, ilkokulun arkasındaki minicik bir bağ evinde 1-2 yıl kadar yaşamışlığım, anı biriktirmişliğim vardır; önce Yeniceabat meydanındaki ulu çınarın altında sabah kahvemi içiyor ardından da oraları dolaşıyorum.   Ne kadar da değişmiş, farklılaşmış her şey, sanki bin yıl öncesinden gibi belleğimde geriye kalanlar.   Altında tahta bir masa bulunan asma yapraklarıyla kaplı kameriye yok artık yerinde.   Yukarıdan sarkan sarı renkli bir ampulün aydınlattığı ön taraftaki minik avluyu süsleyen mis zambakları, hanımeli, sakız çiçeği, sarmaşık gülleri yer ile yeksan olup gitmiş.   Akşam sefalarının yerini kara çalılar kaplamış oralarda.   Ateş böcekleri göç etmişler başka diyarları, başka kalpleri  ışıtmaya.   Eskiler, “eğer o yıl ayva bol olursa, kış çetin geçer” derlerdi.   Çok bol bu sene ovanın ayvası, kırılacak ağaçların dalları neredeyse.   Keza armut da öyle.   Ayva çiçek açtı, yaz mı gelecek. Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek. Ben armudu dişlerim, sapını gümüşlerim. Sevdiğimin ismini mintanıma işlerim.   Birden bire ne kadar çok özlediğimi düşünüyorum O’nu.   “Her kûçede bir behâr-ı firûz  Her goncede bir kabâ-yı nevruz   Her gonce ki çıktı gülsitandan Râz açtı zemîn ü asmândan   Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni  Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni    Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek  Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni”   Şeyh Galip’in ünlü mesnevisi “Hüsn-ü Aşk’ın” dizeleri bile kâfi gelmiyor aramızda yaşanan o yoğun duyguları dillendirmeye.   O bal rengi gözleri, yüreğimi bir ok gibi delip geçen kirpikleri, o yumuşacık, okşarken insana ipekten bir göyneğin üzerinde geziniyormuş hissini veren bedeni…   Eve dönüşte yavaşça sokuldu, gelip oturdu kucağıma.   Önce derin derin kokladı, dakikalarca adeta içine çekti beni.   Burnumu ben de yaklaştırdım burnuna.   Uzun uzun bakıştık önce.   Sonra sağ patisini yanağıma koyarak dokundu, “hadi artık sev beni” dedi sessizce.   Sımsıkı sarıldık Şermin’le.   İşte böyle ey Okur…   Kısa bir günün ilk yarısı aynen böyle geçti, hikayesi aynen işte böyle.  

Diğer Haberler