Yazarlar

Önemli olan bakmak değil, görmek!

post-img
Çok paraydı be!   Eski Bursa’nın, Suhulet Kitapevi'nin vitrininde görmüş, daha o saniyede aşık olmuştum ona.   O devirde 150 lirayı biriktirmek bir hayaldi benim için.   Her gün erkenden okula giderken Heykel’deki kaldırımları ayakkabılarımızla üzerlerine çıtır çıtır basıp kırdığımız buz tabakalarının kapladığı henüz aydınlanmamış kış sabahlarında Kafkas Pastanesi'nin önünde durur, cep harçlığımız olan 25 kuruşu uzatarak aldığımız kıymalı poğaçayı bir an önce mideye indirmenin hesabını yapardık büyük bir iştahla.   Gönül ikincisini de ister ama mümkün olmazdı.   Nasıl da güzel yapardı Kafkas’ın ustaları o yıllarda tüm ürünleri, tadından yenmezlerdi adeta o nefis pasta ve kurabiyeler.   Atilla abi ve Yüksel yenge sağdı henüz, ölmemişlerdi, Kafkas’ın ruhu vardı.   O büyük iştah ve arzuya rağmen sabahları aç kalma bahasına 25 kuruşları bir kenara atarak biriktirdim 80 lira kadar parayı.   Üstelik de her gün başka birisi tarafından satın alınabileceği korku ve endişesini de yaşayarak geçti günlerim.   Üzerinde 100 çarpı, 200 çarpı, 300 çarpı yazan el kadar mikroskop inanır mısınız şu an hâlâ karşımda durup bana bakıyor yan taraftaki ahşap kütüphanenin üzerinden.   Korkum had safhaya ulaşınca gitmiştim anneme, 80 lirayı uzatıp üzerini de tamamlamasını isteyerek “onu bana al n’olursun” demiştim.   Hiç kırmadı bi danem, ikiletmedi.   Çamaşır günüydü.   Üstü başı köpük köpük Omo kokuyordu.   Rekormatik santrafujlu çamaşır makinesinin düğmesine bastı işi bitince banyoda ben açık kapısında beklerken, “hadi kalk gidelim de alalım senin mikroskobu madem” dedi.   Neler gördüm lam-lamelin arasında o yıllarda bir bilseniz, hangi dünyalara gidip gidip geldim.   Ortaokuldaydım.   Bursa Erkek Lisesi’ndeki Fen Bilgisi dersi öğretmenimiz, adını hâlâ hiç unutmam, Abdulvahap Kaya’ydı.   “Önümüzdeki derste soğan zarını inceleyeceğiz” dedikten bir hafta sonra ben de bir baş kuru soğanla birlikte yanımda mikroskobumu da getirdiğimde çok şaşırmıştı adamcağız!   O yaşta o alete sahip olan başka da bir talebe hiç görmemişti belli ki.   Zaten hep “pekiyiydi” fen derslerim.   Sonra bir gün velimi çağırdı okula.   Babam işte olduğu için annem geldi.   Teşekkür etmiş, tebrik etmiş onu benden duyduğu memnuniyeti ifade ederek.   Son dersin bitiminde beraber ayrıldık okuldan.   Dönüşte yine Suhulet Kitapevi'ne uğrayıp bir hediye kitap aldı bana.   Aziz Nesin’in Zübük’üydü.   Hâlâ saklarım, mis gibi kitap kokar, bilgi kokar, sorgu kokar.   Sonra “Recep Abi Büfesine” götürmüştü beni; dönerli sandviç ikram etmişti Abdulvahap öğretmenimin hakkımdaki takdirinin bir mükafatı olarak.   Hemen karşıdaki Şaban Sirkeci’de de üzeri bol cevizli keşkül yemiştik sonra.   “Soğan zarı hücre yapılanmasının en güzel, en basit örneğidir” dedi Hayrünisa abla geçen gün, bir yandan da “oğlanı” konuşurken.   Biliyorsunuz Hayrünisa abla bizim validenin “Altın Kızlar” arkadaş grubunun en genç üyesi.   Albay Ali abinin kardeşi Talip abinin de eşi aynı zamanda, bizim akrabalardan.   Kumyaka Muhtarı Ramiz Batmaz’ın köyünden aslen, bir “deniz kızı” yani.   Ve emekli bir “Fen Bilgisi” dersi öğretmeni.   Geçen gün aldım ben bunları Mihraplı Parkı’na götürdüm.   Sağolsun Safa (Gönen) meşhur “kıstırmacından” yani, tostundan ikram etti bizlere.   Sonra da gezdirdi Nilüfer Çayı’nda kayığıyla.     Hayrünisa ablanın oğlan Ekonometri bölümünü bitirmiş Uludağ Üniversitesi’nde; çok zordur ha, epey kafa gerektirir.   Bir de yüksek lisans yapmış mı “finans” üzerine.   “Çok değişiktir” dedi Hayrünisa abla “benim oğlan, perşembe günleri senfoni orkestrasının konserlerini hiç kaçırmaz”.   Vay, 28 yaşında senfoni dinleyen genç bir adam…   Üstelik de akrabadan ve ben şimdiye dek hiç karşı karşıya gelip de tanışmamışım, utandım doğrusu kendimden.   Sonra…   Geçen hafta kaleme aldığım “Hayrünisa Ablanın Oğlan” başlıklı yazımın ardından maille çok nazik, son derece edepli bir yanıt göndermiş bana Güven.   Bayıldım, bayıldım…   Ne kadar zekice ve akıllı tanımlamalar onlar öyle.   Üstelik de 28 değil, 128 yıllık yaşanmışlık var sanki üzerlerinde.   Şunları demiş Hayrünisa ablanın oğlan Güven Öztürk:   “Mehmet Ali Bey,   Zamanın süratli devinimini gördükçe dehşete kapılıyorum.  Değişen şartlar hep daha zorlayıcı, daha keyifsiz oluyormuş, öncekini aratıyormuş hissi sarmaşık gibi dolanıp aklımı esir aldı.  Bu vaziyetten duyduğum memnuniyetsizlik beni öyle yalnızlaştırdı ki, sosyal medyada bulunmayı zül görür oldum.  Spinoza’nın işaret ettiği doğanın ritmine karşı gelmekten ıslah ediliyorsam, yaşadığım dönemin ruhundan bunu tayin edemiyorum.  Değişimine tahammül edemediğim durumlar karşısında hararetli bir muhafazakar kesiliyor ve bunu prestij addediyorum.  Misal, arkadaş toplantılarında şehir merkezini batı yakasına ezdirmiyor, arabada ve ev oturmalarında günün getirdiği sırnaşık müziklere asabiyetle müdahale ediyor, ihtiyaç duyduğumda iyimser ruh halini önceden tatbik ettiğim ritüellerde arıyorum.  Bu tutuculuktan taviz vermenin, aleladeliğe ilk adım olabileceği fikrine yakınım.  Pek çokları için değişim yazdıklarım nispetinde sancılı olmasa gerek.  Ne çelişki ki, kolay uyum yakalayanların yaşamdaki maharetlerini de imrenerek izlemekle yetiniyorum.  Tabii Muradiye eteklerinden Atatürk Stadyumu'na yürüdüğü günleri mazide kalmış, hikayesi olmayan yollardan Timsah Arena’ya rıhtımda terk edilmiş aşık gibi seğirtip ah ile iç çeken müminler de var.  Onlar bizim meclisten işte.  Bugün, Taylan Gazinosu’nda Zeki Müren’i izleyen güngörmüşlerin rütbesine nasıl erelim?  Cumbalı, ahşap Bursa evlerinin yerine hançer gibi sapladıkları binalar ne talihsiz bir kaderin nişanesi.  Zaman içinde epidemi gibi vücuda yayılan bozulmaların politik iklimdeki karşılığı da kendi argümanlarını inşa etmiş olamaz mı?  Son derece nazik bir konu olan hilafet ve yazı devrimi üzerine düşüncelerinizle, son yıllarda hızla büyüyen bir kervanın mensubu olmaya karar verdiğiniz kanaatine vararak, “uyumsuzluk” beyanında bulunayım istedim. Yazınıza “Hayrünisa Ablanın Oğlan” başlığını vermeniz ailemiz için hoş bir hatıra oldu.  Yazının kupürünü hep saklayacağız.  Bunun için teşekkür ederim. Fevkalâde bir uşşak eserin Zeki Müren yorumuyla sözlerime son veriyorum.  İyi dinlemeler.   Güven  Hayrünisa’nın Oğlan”   “Her günüm mazide kalmış günlerimden gün arar Bir ümitsiz derde düştüm ağlarım bağrım yanar Gördüğüm rüya değil dilde mihnet hânedir Bir perişan bülbülüm ki konduğum güller kanar”   Ahh Güven, ah!   Nasıl da anlıyorum seni bir bilsen.   Ama inan ki değişmeyen bir tek “soğan zarı hücresi” kaldı alemde ve o da muhtemelen sarımsağa doğru evrilmekte!   Nereden mi biliyorum?   Burada tartışılamayacak kadar uzun ve derin sana anlatacaklarım.   Bir gün karşılaşırsak elbette paylaşırım memnuniyetle.   Sen ne güzel, ne tatlı bir çocukmuşsun öyle.   Talip abi ve Hayrünisa abla seninle ne kadar gurur duysalar yeridir.   Beni alıp ta o yıllara, ilk mikroskobumu edindiğim döneme götürdün.   Sonra, dürbünlerim, teleskoplarım da oldu biliyor musun gözlüklerimin yanında?   Önemli olan “bakmak” değil, “görmek”, işin sırrı tam da burada!..   Bir parça mutsuz ediyor insanı, huzursuz ediyor bu doğru ama senin gibi “özel insanlar”arasından çıkıyor görmeyi becerenler.   Asıl ben teşekkür ediyorum varlığından ötürü, gözlerinden öpüyorum, yolun daima açık olsun, yüzün hep gülsün Güven.

Diğer Haberler