Şu Anadolu coğrafyası bin yıllardan beri her türlü desiseye sahne olmuş ve bu gün dahi aynı şeyler yine yaşanmakta.
Hile, hurda ve üç kağıdın bini bir paradır bu topraklarda.
An gelir, kimin elinde ne biriktiyse o sıra devlet erkini elinde bulunduranlar birden bunların tepelerine çökerek mallarını mülklerini çekip alırlar ellerinden.
Demirel’in ya da Özal’ın yarattığı zenginlerin akıbetlerini bir düşünün şöyle?
Daha sonra iktidar topuzunu elinde bulunduranlar tarafından o ya da bu gerekçeyle kafalarına vurula vurula geri alındı kendilerine geçmişte verilenler; kurtarabildikleri yanlarına kar kaldı!
Nitekim, 28 Şubat hadisesi de aslında Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren palazlanan ve devlete de hakim olan bazı varsılların, artık iyice güçlenen Anadolu sermayesinin belini kırma operasyonu değil miydi?
Ve dahi AKP’nin iktidara gelişi karşı operasyon?
Bu durum bin yıllardan beri böyle sürüp gider.
Son 10 yılda bu cephenin yandaşları da hayli biriktirdi.
Şimdi vakit, onların elindekileri geri alma vaktidir!
………….
Osmanlı’nın çöküş döneminde rüşvet ve adam kayırma almış başını gitmişti.
Her türlü irili ufaklı rütbenin yanı sıra hanlıklar ve beylikler de saraya en fazla rüşvet verenlere dağıtılırdı o dönemde.
Aradan birkaç sene geçince, verdiği avantayı misliyle çıkarmak için vergi adı altında fakir fukaraya yüklenen beyler saraya gelen şikayetler gerekçe gösterilerek önce görevlerinden alınır, sonra da o güne dek biriktirdiği tüm mal ve paralarına el konurdu yine saraydakiler tarafından.
Adeta kamu maliyesini sürdürülebilir kılan bir yöntemdi bu para biriktirene çökme metodu Osmanlı’da yüz yıllar boyunca.
Rüşvet alınarak görev verilen makam sahibi bu kez etrafı haraca kesmeye başlayınca da “Vay sen misin kullarıma eziyet eden!” denilip sadece malı mülkü değil, çoluk çocuğa varıncaya değin kelleleri de giderdi ağaların beylerin.
Kapıda yeniden “rüşvet” vererek aynı makamlara talip olanlar kuyruktaydı nasılsa!
“Vakıflar” meselesi İngiliz soylularının “Magna Carta”sı gibi sarayla, Osmanlı’nın paşaları, derebeyleri arasında yapılan ve padişahın koşulsuz ve sınırsız bir şekilde sahip olduğu “el koyma” yetkisini düzenleyen bir anlaşmadır aslında.
Sultan Mehmet’in babası Murat Han’ın bu hakkı verdiği, Fatih’inse geri aldığı ve bu nedenle kendi sarayında bizzat etrafındaki insanlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğü yazılır herkese okutulmayan tarih kitaplarında.
……………
İşin özü şudur:
Mal mülk, han hamam sahibi ağalar ve de paşalar sağlıklarında ellerindeki ekonomik değerleri bir vakıf kurarak oraya bağışlarlar.
Bu kuruluşlara kati surette dokunulmayacağının garantisi bizzat padişah tarafından verilmiştir.
Vakfın yönetiminde bizzat kendileri ve yakınları vardır.
Vakfın elde ettiği irattan bir kısmını saraya vermek koşuluyla sahip olunan mal ve mülkün kendi nesilleri tarafından da idare edilebilir olmasını garanti altına alırlar.
Daha da ötesi, nesiller boyunca yine kendi soylarından üreyecek olanlar “vakıf evladı” statüsüyle vakfın gelirlerinden sürekli pay da alabileceklerdir.
Görünürde sakatlanıp da göçemeyen kuşlar, yoksul kediler ya da fakir fukara(!) için kurulan bu vakıflar aslında sahip olunan mal ve mülkü padişahların elinden kurtarmak için kurulmuş, idaresi yani her türlü alma satma yetkisi yine sağlıklarında kurucuların, sonrasında da torunlarının ellerinde olan müesseselerdir.
Şirketler günün birinde ölür giderler ama malı mülkü olan vakıflar yüzlerce yıl yaşayabilir.
Bu yasalar bu gün de hala geçerlidir.
Mesela Bursa’daki “Yeni Kaplıca” hamamı ?
“Vakıf evladı” yüzlerce hissedarı vardır.
Her yıl toplanan paradan pay alırlar.
Anlaşılmayan bir şey var mı?
Evet var!
Bizim millet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Öğrenci yurdu işletiyor, hayır hasenat işleri yapıyor” dediği TÜRGEV’in de bir “vakıf” olduğunu, yönetiminin ve alma satma dahil her türlü tasarruf yetkisinin kendi evladı Bilal oğlanla, kızı Esra Albayrak’ın da içinde bulundukları mütevelli heyeti tarafından kullanıldığını anlayamıyor en başta!
“Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı” adı altında yapılandığınız vakıf kanalıyla dilediğinizi alır, dilediğinizi satarsınız kardeşim!
Üstelik bunu da millete “fakir fukara garip guraba” edebiyatı yaparak bir güzel yutturabilirsiniz!
……………
Şimdi gelin, birlikte bakalım bu adına TÜRGEV dedikleri Karun kadar zengin vakıf, “hangi yolsuzluk iddialarıyla” anılıyormuş, bizzat AKP’li Adalet Bakanı’nın engellediği savcılık soruşturmasında:
1-Kamuya yani aslında hepimize ait arazilerin usulsüzlük ve yolsuzlukla bu vakfa devredilmesi. Karşılaşılan sorunların çözümünde bizzat Başbakan ve Bilal oğlanın nüfuzlarının kullanılması.
2-Uyanık Laz müteahhit Ali Ağaoğlu’nun imar ve ruhsat sıkıntılarının çözülmesi karşılığında rüşvet yani avanta olarak 20 dönüm kıymetli araziyi bu vakfa bağışlaması.
3-İGDAŞ arazisinin usulsüz biçimde bu vakfa devredilmesi.
4-Milli Eğitim Vakfı’ndan devir alınan Şehzadebaşı’ndaki arazide otel(!) yapılmak istenmesi üzerine bitişik parsel sahibinin tehditle korkutulup, arsasının elinden alınmak istenmesi.
5-Altunizade’de hazineye ait bir araziye talip olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu talebi geri çektirilerek, üstüne çökülmesi.
6-Millet Caddesi’ndeki 17 dönümlük İETT garajı arazisinin TÜRGEV’e devri için yapılan girişimler.
7-Hayırlı Vakfına ait(!) 27 dönümlük araziye imar alınması karşılığında TÜGEV’in araziye yarı yarıya ortak edilmesi.
8-Üsküdar Ünalan Mahallesi’ndeki bir arazinin başka birine devrinin bizzat Bilal oğlan tarafından engellenerek, Osman Bozkurt’a devrinin sağlanması.
9-Başkanının da mütevelli heyetinde bulunduğu TÜRGEV’e, Fatih Belediyesi tarafından yaptırılan binanın 25 yıllığına kiraya verilerek kıyak çekilmesi.
10-Belediyelere ya da kamu kuruluşlarına iş yapan bazı özel şirketlerin TÜRGEV adına yapılan inşaat ve tadilatlardan ne hikmetse tek kuruş talep etmemeleri!
Burada bırakalım artık isterseniz.
Ne güzel dünya bu dünya birileri için değil mi?
Sizce burada yapılan iş hayır hasenat mı yoksa Türk milletinin “salak” yerine konması mı?
Tabi “kurtuluş savaşı” verecek Recep Tayyip Erdoğan, ben verecek değilim ya hele hele pencere açılıp, piştov patlamışken!