
Gökdere’nin kıyısında, eski bir Rum eviydi 1973 senesinde satın alıp da Keles’ten taşındığımız ahşap yapı.
Ben ilk mektebin 3’ncü sınıfının sömestr tatilindeydim, “kopukluk yaşamasın, ikinci dönemi de tamamlayıp öyle gelsin” diyerek beni anneannemin yanına bırakıp Bursa’ya göçtü bizimkiler.
Aradan yıllar geçtikten sonra varacaktım, nur içinde yatsın, rahmetli anneannemin kuzine soba üzerinde bir bakır tencere içinde kaynatıp yanıma kattığı yumurtalardaki yüzlerce yıllık kültür izlerinin farkına.
Benim de gitme vaktim gelmişti artık.
Annemin babasının yani, dedemin annesi koca ninemse (Şefika Ekmekçi) bir türlü hazmedemiyordu bu büyük kaçkını.
Oysa annemle babam, “çocuklarımız okusunlar, küçük yerde onlara iyi bir istikbal yok” diye düşünüp almışlardı bu taşınma kararını.
Keles’in ilk avukatı ki, günün birinde onun hikayelerini de mutlaka anlatmak isterim sizlere, Hasip dayım (İnhal) “bizim oturduğumuz sokakta satılık bir ev var” diye haber gönderince de ne var ne yok satılıp, üstüne bir de borçlanılarak öyle satın alınmıştı o devasa ahşap yapı.
Benim de gidecek olmamın hüznüyle her gün ağıt yakıyordu koca ninem, kırgındı, kendine has ezgili şivesiyle anneme sitemini iletmem için her gün “dinle oğul” diyerek şunları fısıldıyordu kulağıma:
“Gidiyom elinizden, gurtulam dilinizden, yeşil başlı ördek olsam, su içmem gölünüzden!..”
Hiç aklımdan çıkmıyor sesi, ne zaman bu türkü ilişse kulağıma, yanında mutlaka koca ninemi de birlikte getirir bana.
Tam 104 yaşında öldü rahmetli; onun toprak ömrü anamın olsun.
Koca bir sepet dolusu yiyecek hazırlamıştı anne annem beraberimde götürmem için; beni Bursa’da Tahtakale’ye götürecek minibüsün arkasına da kendi elleriyle özenle yerleştirip, şoförü de sıkı sıkıya tembihlemişti.
İlk torunlarıydım onların.
Kader bu ya, henüz orta okulu bitirmişken Kuleli Askeri Lisesi’ne giden ve asker olan dayılarımdan daha fazla zaman geçirdim birlikte ömürleri boyunca onlarla.
Dedem öldükten sonra eski evlerin üzerine inşaat yapıldı.
Eşyalarının her biri de dört yana dağıldı.
Bir gün “Dedeme ait bende hatıra olarak bir iğne bile yok” diye sitem edince anneanneme, o da kalkıp o kocaman terzi makasını getirerek “al oğul” deyip verdi bana.
Terziydi ama aslında değildi dedem!
Bir dönem yapmış o mesleği; bir takım elbiseyi mükemmel biçimde dikecek, daha da ötesi eprimiş bir takım elbisenin kumaşını ters yüz edip yeniden diriltecek kadar ustaydı.
Bir şey değildi, çok şeydi dedem.
Dava vekiliydi örneğin, aynen avukatlar gibi başkalarının savunmalarını yapmak üzere davalara girerdi.
Neler neler yapmadı ki?
Müteahhitlik, otobüs işletmeciliği, sinemacılık, otelcilik, küp, küpecik yapımı, kerestecilik, fotoğrafçılık, terzilik, lokantacılık, orman kesimi, gazete sahipliği, particilik; düşünsem bir o kadar daha bulurum!
Çok yönlüydü, çok fazlaydı, herkesin bir dedesi ölür, benim çok dedem öldü o gün!
Dedemin o koca terzi makası çalışma odamda tam karşımda şimdi, antika, eski bir kütüphanenin üzerinde duruyor; bilgisayar ekranından ne zaman uzaklaşsam onunla göz göze geliyoruz, eski günleri anıyoruz birlikte, geçmişin cansız hatırasında kaybolup, maziyi konuşuyoruz…
Neler yoktu ki sepetin içinde, tarhana, ev yapımı makarna, konserve vişne hoşafı, elmalar, patatesler, tereyağı, bardacık eriği ve elma kurusu, domates kurusu ve bayrak gibi bir poşet dolusu kıpkırmızı yumurtalar…
Yumurta kırmızı olur mu hiç?
İşte az önce sözünü ettiğim “kültür izlerinin” ta kendisi o kırmızı yumurtalar; kaynadıkları tencerenin içine soğan kabukları da atmıştı anne annem, siz de deneyin, çok tatlı kırmızı bir renk veriyor kabuklarına.
Var mı bizim geleneğimizde hediye olarak özellikle boyayıp renkli yumurta vermek?
Yok ama kimde var?
Paskalya yortusunda Hristiyanlarda elbette!
Peki, nerden gelip de ilişmiş bize bu gelenek?
Bundan yaklaşık 700 yıl önce Asya’dan gelip de yurt edindiğimiz dağ yöresinin diğer sakinlerinden, yeni komşularımızdan, o sıra o bölgede hüküm süren Adranos Krallığı’nın Hristiyan diğer bireylerinden, başka kimden olacak!
Aslında “Adranos” ismi dilden dile geçerek şekil değiştirmiş, orada sözü edilen kişi Roma’nın 14’ncü imparatoru “Hadrianus’tan” başkası değil!
Bağlı oldukları imparatorlarının ismiyle taçlandırmışlar devletlerini Adranos Krallığı’nın kurucuları.
PubliusAeliusTraianusHadrianus, Roma’nın 5 iyi imparatorundan 3’ncüsü diye anılır tarihte ve dünyanın her yerinde adına heykeller, tapınaklar, çeşmeler ya da yollar yapılmıştır.
Eski 20 milyon ya da 20 YTL’lik banknotların arkalarına hiç bakmadınız değil mi?
Şimdikilere bakın bari!
Sadece Atatürk yok oralarda, daha neler, kimler var.
Sözünü ettiğim kağıt paraların arkasında Efes antik kentinde bulunan ve yine Hadrianus adına yaptırılan “Hadrian Tapınağının” fotoğrafı vardı Celsus Kütüphanesi’yle birlikte mesela.
Biraz sağa sola bakın kuzum, es geçmeyin hayatın renkli ayrıntılarını!
Muğla, Köyceğiz’de bulunan Kaunos antik kentinin agorasındaki çeşme de Hadrianus adına yapılmıştır örneğin.
“Çeşme” demişken, benim favorim Burdur’a bağlı Ağlasun İlçesi sınırlarında bulunan “Sagalassos” antik kentindeki “Antoninler Çeşmesi’dir” ki, restore de ettiler, hala şelale gibi şakır şakır suları da akıyor, bayılıyorum o muhteşem mermer yapıya ben, her sene en az bir kere uğrayasım geliyor Isparta ya da Burdur civarından geçerken.
Milattan sonra 161 ve 180 yılları arasında bir diğer Roma İmparatoru Marcus Aurelius zamanında yapılmış Antoninler çeşmesi ve devletin bir prestij projesi olarak tasarlanmış.
Üzerinde mitolojide Şarap Tanrısı olan Dyonysos’a ait iki de heykel var.
Öyle “çeşme” deyip geçmeyin, tam 28 metre uzunluğunda ve 9 metre de genişliğe sahip!
Onu çok sevişim belki de korumasına bırakıldığı Dionysos’tan dolayıdır kim bilir?
Severim onu da…
Şarabın sadece sarhoş ediciliğini değil, sosyal yanını ve faydalı etkilerini de temsil eder. Medeniyetin destekçisi ve barış aşığıdır Dionysos.
On iki Olympos tanrısından birisidir, Zeus’la Semele’nin oğludur; muhabbetçi, kafa adamdır!
Tahtakale’ye indiğimizde babam karşılayıp almıştı beni.
Irgandı Köprüsü’nün hemen altında, Selçukhatun Sokak’ta dere kıyısında bulunan yeni evimiz o gün ne kadar da büyük gelmişti bana.
Çift kanatlı ahşap koca bir kapıdan giriyordunuz içeriye.
Gerçi yine dere kıyısında olan geniş bir bahçesi de vardı ama sol tarafında mermer çeşmesi, sağ yanında helası olan büyükçe bir ön avlu karşılıyordu sizi önce.
Avluya bakan sol yandaki ilk odasının ve sağdaki mutfağının duvarlarıysa aynen bir sera gibi yerden tavana dek bölünmüş cam ve kare kare çerçevelerden yapılmıştı.
Rüya gibi bir evdi.
Salon ve diğer odaların tavanları en az 5 metre yükseklikteydi.
Bir oda büyüklüğünde, sadece tek tarafı açık, üstü çatıyla kaplı muhteşem bir de balkonu vardı arka tarafta dereye doğru bakan.
Mutfağın bir bölümü ahşap olan zeminindeki irice kapağı yukarıya doğru kaldırdığınızda aşağıya, devasa mahzene doğru ilerleyen metrelerce uzunluğundaki tahtadan merdivenler karşılardı sizi.
Yandaki düğmeye bastığınız vakit gündüz gibi aydınlanıverirdi ortalık.
En az 20 metreydi bodrumun yerden yüksekliği.
Koca koca şarap fıçıları vardı içinde.
Şimdiki aklım olsa yıkılıp da yerine apartman yapılmasına izin verir miydim hiç!
70’li yıllarda durum böyleydi, eskinin kıymeti bilinmiyordu o vakitler.
“Püskülsüz Efe’nin” derlerdi bizim ev için, onun için de babam temel çukurunu hayli derin kazdırdı ama çıkan hiçbir şey olmadı!
“Püskülsüz İsmail Efe” adını ilk kez o zaman duymuştum.
Bursa’da yaşayıp da “Püskülsüz’ü” duymamış, bilmiyor olmak çok büyük bir ayıp!
İstanbul’da yaşayıp da boğazı hiç görmemek gibi bir şey bu!
Meğerse Püskülsüz İsmail hemen sağ yanımızda bulunan Irgandı Köprüsü’ndeki meyhanelerde çok şarap içmiş!
Köprünün üzerinde şimdiki gibi dükkanlar filan yoktu o zamanlar ancak, taş yapının iki ayağında yan taraflarından girilen kocaman kocaman mahzenler vardı.
Şimdilerde resim atölyesi olarak kullanılıyor onlardan biri.
Demek oralar meyhane olarak kullanılıyormuş Osmanlı döneminde.
Peki ben bunu nereden öğreniyorum?
Bursa araştırmacısı, tarihçi, sevgili kardeşim Raif Kaplanoğlu’nun önsözünü yazdığı “Bursa’yı İki Gün İdare Eden Eşkıya-Püskülsüz İsmail” isimli kitaptan.
Kitabı Tarihçi Ziya Şakir yazmış.
Kendisi de eski bir asker olan Ziya Şakir’in bu eseri o döneme ışık tutan hazineler kıymetinde bir çalışma.
Püskülsüz kim mi?
En başta haydutluk yapıp, yol keserken daha sonra milli kuvvetlere katılarak Yunan’a karşı çete müdafaasına girişen milliyetçi bir vatansever.
Üstelik de arkadaşlarıyla birlikte henüz Türk ordusu ulaşmadan giriyor kente ve Yunan askerlerini önce onlar kovalamaya başlıyorlar Bursa’dan:
“Maksem sırtlarından kente inen ve Jandarma Komutanı Hasan Beyle sürekli olarak ilişkisini kesmeyen Püskülsüz İsmail çetesi ve bunlara katılan elleri sopalı, kazmalı, baltalı bir çok köylüler ve halk, kentteki Yunanlıların üzerine atılmışlardı. Ben bu sevinçle Ulucami’ye doğru koşmaya başladım. Pirinçhanı ve Balıkpazarı civarından kaçan Yunanlıları bu çete ve halk kovalamaktaydı. Oradan annemi ve ailemi görmek için eve gittim. O akşam kuvvetlerimizden bir grup kente girdi. Bursa anlatılması güç bir heyecan ve sevinç coşkunluğu içinde sabahlara kadar kurtuluşu kutladı. (Kitaptan)”
Ankara Hükümeti ve milletvekilleri arasında o kadar derin bir üzüntü yaratmıştı ki Hüdavendigar Vilayeti’nin de düşman eline geçmesi, Meclis kürsüsünün üzerine kara bir örtü örtüldü, yeniden alınana dek de kaldırılmadı o örtü oradan.
Bursa’nın tek bir kurşun atılmadan boşaltılmasının ardından Venizelos’un oğlu Sofokles’in başında bulunduğu Yunan ordusu girdi Bursa’ya.
Sofokles bir fotoğrafçıyı da yanına alarak bir manga askerle birlikte doğruca Osman Gazi’nin türbesine gitti.
Önce sandukayı tekmeledi öfkeli prens.
Sonra da çizmelerini oraya dayayarak şunları söyledi.
“Kalk ey koca sarıklı, kara Osman! Kalk da torunlarının halini gör! Kurduğun devleti eninde sonunda yıktık işte!”
Sofokles, orada çektirip Atina’ya göndereceği fotoğrafın altına da şunları yazacaktı:
“Ordularımız Bursa’ya hakimdir. Şu anda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını aldım.”
Dün bizim Can (Ertan) aradı telefonda.
Türkiye’nin ilk sanayicilerinden mucit Kamil Tolon’u anlattığım yazımı okumuş; pek takdir bilir, tebrik etti.
“Yav” dedi, “böyle bir kahraman Amerikalıların tarihinde olsa adına yüz kere film, bin kere kitap yazarlar, memleketin her yanını anısını yaşatmak için heykelleriyle, anıtlarıyla süslerler be!”
He valla!
Bu şehre, geçmişine sahip çıkması gerekenler öküzse ben ne yapayım!
Eskiden Bursa Hakimiyet Gazetesi’ni yönetenler kent adına çok hayırlı işlere imza atarlar, Bursa’nın kültür ve tarihinin yeni kuşaklara da aktarılabilmesi için yazı dizileri hazırlatır, etkinlikler düzenlerlerdi.
Rahmetli Aykan Hoca (Uzoğuz) zamanında doruktaydı mesela bu girişimler.
Çok renkli pehlivan tefrikaları ve destanlar bile yayımlardı Aykan Hoca o vakitler.
Nuri abi de (Kolaylı) iyi kötü sürdürdü bunları.
Ama şimdiki Bursa Hakimiyet Gazetesi “tın tın”, içi boş bir teneke gibi adeta!
Zaten Okan’ın (Tuna) yönetici olduğu bir gazeteden ne beklersin ki?!.
Burak (Özgün) akıllı çocuk ama o da kente sonradan geldi, pek bilmiyor Bursa’nın geçmişini, ilgili de değil.
Eski bir çalışanı ve okuru olarak bu tür görevleri Bursa’nın en köklü yayın kuruluşu olan Bursa Hakimiyet’ten beklerim önce.
Gelin görün ki yaptığı yayınlarla bu duyarlılığı henüz çok genç bir kuruluş olmasına rağmen “Şehir Gazetesi’nin” yönetimi gösteriyor!
Bundan kısa bir süre önce “Püskülsüz Efe’yle” ilgili bir yazı dizisi de yayınlandı orada.
Ziya Şakir’in kitabını da kültür mantarı Canan’ın (Güleç) masasından ödünç aldım, gerçi kendi yokmuş izindeymiş ama olsun, en iyi kitap çok okunan kitap yani, birden fazla insan tarafından istifade edilen kitaptır.
Başta Bursa Büyükşehir olmak üzere ilçe belediye başkanlarımıza sesleniyorum:
“Ağalar…
Osmangazi, Yıldırım, Kemalpaşa ya da İnegöl de olsanız neticede hepiniz Bursa’sınız…
Yok mu bir salonda, anıtta, parkta, duvarda veya heykelde kurtuluş savaşı kahramanlarından Püskülsüz İsmail Efe’nin adını yaşatacak bir babayiğit?..”
Okan sen otur, sıfır!..