
Kanuni Sultan Süleyman bir mektubunda kendisinden bahsederken şöyle der:
“Ben ki sultanların sultanı ve hakanların burhanı, taçlar bahşedip veren, hüsrevan-ı ruy-i zemin, bütün ülkelerde Allah'ın gölgesi, Akdeniz in ve Karadeniz’in ve Rum ilinin ve Anadolu 'nun ve Karaman'ın ve Rum 'un ve zü'l-kadriyye vilayetinin ve acem 'in ve Diyar-ı bekr 'in ve azerbaycan 'ın ve Şam 'ın ve Haleb 'in ve Mısır 'ın ve Mekke 'nin ve Medine 'nin ve Kudüs 'ün ve külliyen diyar-ı Arab 'ın ve dahi nice memleket lerin ki aba-yı kiram ve ecdad-ı izamın ena re'llahu berahinehüm, kuvveti-i kaahire leri ve cenab-ı celalet meabın, dahi tığ-i ateşbar ve şemşir-i zafer nigar ım ile fetheylediğim nice diyar ın sultanı ve padişahı,
Bağdat’ta şah,
Mısırda sultan,
Bizans’ta kayzer,
Sultan Bayezit Han oğlu,
Sultan Selim Han oğlu,
Sultan Süleyman Han'ım."
Asıl amacı İstanbul’dan sonra Roma’yı da fethedip işi tamamlamak olan ancak, bu niyetinden ötürü ne yazık ki genç yaşında yemeklerine bakır bir kap içine cıva konulup kaynatılmış su katılarak yavaş yavaş zehirlenen büyük dedesi Fatih Sultan Mehmet de kendisini “Sultan-ül iklim-ül Rum” yani, “Rum diyarının sultanı” diye tanıtırdı.
Günümüzde “Rum” kavramı ne yazı ki “Yunan’la” özdeşleştiriliyor ancak ikisi de birbirlerinden çok farklı tanımlardır gerçekte.
“Rum” ya da “Roman” veya “Rumen”, “Roma kalıntısı” demektir yani, yıkılan Roma İmparatorluğu’ndan geriye kalan yerleşik halkları ifade eder.
Örneğin Kıbrıslı Rumların Yunanistan’la hiçbir ilgileri yoktur aslında; Türklerin adayı fethettikleri sırada orada yaşayanların torunlarıdır onlar.
Günümüzde bazı Çingeneler de kendilerine asalet atfedebilmek için “Roman’ız biz” diyorlar.
Doğru, aslında onlar da bir Roma kalıntısıdır ama aynı zamanda çingenedirler.
Çingene sözcüğü bir teoriye göre eski Türkçe’de “yoksul” anlamına gelen “çığan” sözcüğünden gelir.
Bu ifade zamanla sözcüğün Farsça formu “Çingane” olarak Türkiye Türkçesinde de benimsenmiştir.
Çingeneler aslında Kuzey Hindistan kökenlidirler, bildiğiniz Hintlidirler yani, Hindistan'ın Pencap-Sind (Pakistan, Karaçi) bölgelerinden 1000’li yılların başlangıcında kıtlıktan dolayı at arabalarıyla İran ve Anadolu üzerinden dünyaya yayılmış bir Hint-Avrupa halkıdır.
Herhalde kendileri de öyle istediler, göç ettikleri bölgelerde yaşayan toplumlar tarafından içlerine alınmadıkları için kendi kültürlerini oluşturup muhafaza etmiş bir Asya halkıdır Çingenelerimiz; ha bir de çalgısız yaşayamaz ölür onlar!
Onlara Muğla’da cingen, Adana’da Cono, İzmir’de Roman, Van, Diyarbakır bölgesinde Mıtrıp, Ardahan’da Mutruf, Konya’da Bala, Erzurum’da Poşa, Tunceli’de Kurbat, Samsun’da Çingit, Hatay’da Abdal, Edirne’de Çerge, Hakkari’de Dom, Zonguldak’ta Orom, Kıbrıs’ta Ole, pek çok bölgede Aşık ya da Kıpti, Tekirdağ ve Kırklareli bölgesinde de Şopar denir.
Bütün Çingenelerimizi konunun dışında tutuyorum, kendilerini yanacıklarından üpüyor, ürmet ediyorum ama Bursa’da yaşayan Mustafakemalpaşa Şoparı bir erif var, şimdiye dek hiçbir gazetede yazmadığı alde kendisini gazeteci-yazar olarak tanıtıp ortalıkta dolanıp durmakta, Tarık Siyahit diye bir eriftir bu, geçen gün Rumelisiad’ın 10’ncu kuruluş yıldönümü balosunda da gürdüm onu.
Ben bu tiplere “ciciş” diyorum, aslında birer leş oldukları halde bazı insanlar ne yazık ki bunları gazeteci sanıyor!
Devlet tamirci çırağını bile kursa, sınava tabi tutup eline o mesleği yapabileceğine dair kart veriyor ancak bizim meslekte ortalık ne yazık ki gazeteciliğin de içine eden bu cicişlerden geçilmiyor!
Bedavaya yazdıkları gazetelerden para almayan ya da çok az alan ancak dışarıdan gelen zarflarla geçinen türleri de var bunların.
O kadar cahil ve bilgisizler ki, “BTSO Başkanı İbrahim Burkay verdiği sözlerin hepsini yerine getirdi” diye yazabiliyorlar mesela bunlar sırf sakal uğruna!
İstanbul’daki cicişler bulabildiklerinde kanal kanal televizyon geziyorlar, bunlarsa günü kurtarabilmek için kahvaltılı basın toplantısı, kokteyl ya da akşamları yemek kolluyorlar!
Tek amaçları yemeği bedavaya getirip, yanında da bedava içki içmek!
Bu Tarık Siyahit bir de üstüne, garson oradan uzaklaştığında servis masasından şarap araklayıp, evde de devam ediyormuş mesela !
Sürekli at şeysine kelebek konmuş surette gezen bu esmer buruşuk herif, sırf asil görünmek için bir de papyon takmıyor mu boynuna, onu her gördüğüm vakit beni tutuyor bir gülme!
Geçenlerde bi yazmıştım bunu.
Fotoğrafını çekip yolladılar.
Facebook sayfasına yazmış, “suskunluğum asaletimdendir” diye, sandalyeden yere düşüyodum gülmekten, ulan şopar, senin her yerin asil olsa ne yazar, kırmızı papyonunu yiyem sana bi şey olmasın yeter!
Bak, Medya Park’tan sevgili Ersel (Olcay), BPR’nin sahibi Kenan (Kibar) çağırtmayın kardeşim bunları basın toplantılarına, yemeklere, davetlere; iş sahiplerini de iyice bir uyarın, anlatın durumu…
Gerçek gazetecilere bunlarla aynı havayı solutup, aynı masaya oturtmaya ne hakkınız var sizin ya?
Bu cicişlerin kimler olduğunu herkes biliyor, niye mail, mesaj ya da davet yolluyorsunuz bunlara?
Bak, demedi demeyin, bunların da çağrılı olduğu hiçbir toplantıya gitmeyeceğim bundan böyle ben artık, aynı şeyi diğer meslektaşlarımdan da rica ediyorum, her şeyin bir haddi hududu var canım!
Sadece gitmemekle de kalmayacak, bunların çağrılı olduğu her faaliyetin olumsuz yanlarını görmeye çalışacağım bundan böyle ona göre, haberiniz olsun!
Rumelisiad’ın balosu mu?
Muhteşemdi.
Ben Bursa’da uzun yıllardır böyle dört dörtlük, her yönüyle tepeden tırnağa pörfekt bir organizasyon görmedim.
Suyun öte yakasında doğup gelenler hem akıllı ve çalışkan, hem de çok güzel oluyorlar doğrusu.
Gencinden yaşlısına dek salonda bir tek çirkin kadın yoktu.
Hepsi güzel ve bakımlıydı.
Çok sevap kazandım o gece hem de çok!
Bir tek sahnedeki sunucu kızın bacakları Salma Hayek’inkiler gibi azıcık kaslıydı hepsi o kadar.
Ne güzel dans ediyor Frida filminde Salma değil mi?
Yanımda bir partnerim olsaydı ben de fırlayacaktım Rumelisiad üyeleriyle birlikte sahneye.
Başkan Erol Kılıkçıer bir orkestra getirmiş İzmir’den “Aegean Band” diye, arkadaş, Yunanca, İtalyanca, Fransızca ya da Türkçe’nin en romantik şarkılarından tutun, Jazz’ın en nadide parçalarına, Rock müziğin insanın içini kıpır kıpır ettiren en hareketli bestelerine dek bu kadar mı güzel çalınır, bu kadar mı geniş, zengin bir repertuara sahip olur bir ekip?
Helal olsun diyorum, başka da bir şey demiyorum, onu da söyleyeyim!
The Phantom of the Opera yani, Opera’nın hayaletiyle başladı gece, üflemeli çalgıları da çok zengindi Aegean Band’ın, daha sonra 1973 Eurovision şarkı yarışmasında ev sahibi Lüksemburg adına sahneye çıkan Anne Marie David tarafından Fransızca olarak seslendirildikten sonra birinciliği kazanan “Tu te reconnaîtras” yani, “Kendini Tanıyacaksın” isimli parçayla devam etti.
Türkiye’de Nilüfer çok güzel söyler bunu:
“Çocukluk rüyanda
Elele okul yolunda
Aniden başlayan
İlk gönül macerasında
Aşkına inanmayıp
Akan gözyaşımda
Görecek göreceksin kendini
O aldatan aynada
Beni ve ölümsüz sevgimi…”
Jazz, pop, latin derken geçti mi Balkan havalarına, Goran Bregoviç parçalarına da orkestra, Allah Allah, inanır mısınız, Kalinka’yla da dans ettirdiler Rumelisiadlıları.
Latin parçalar çalınırken bir ara sağ yanımda oturan ünlü yazar, düşünür, konuşur ve söylenir Can Ertan’ı kestirdim gözüme dans etmek için ama baktım ki o da Almira Otel’in mutfağından çıkan muhteşem yiyeceklerle raks etmekte, bozamadım keyfini.
Almira hakikaten yine muhteşemdi, sunduklarının lezzet ve kalitesi, servisi ve özeniyle 100 üstünden 105 aldı yine benden.
Bizim masaya bakan Orhan kardeşimiz bir saniye bile ayırmadı gözünü üzerimizden.
Hiçbir bardak bir dakika bile içeceksiz ya da susuz kalmadı o gece.
Dedim ya hani başta, “suyun öte yakasından gelenler hem güzel, hem akıllı” oluyorlar diye?
Salonda numunelik de olsa başı kapalı bir tek hatun yoktu inanır mısınız?
Erkek egemen toplumlarda kendileri başka yerlere bakmaları gerektiği halde kadınları kapatmayı tercih eden adam milletinin bir dayatması olduğunu çoktan anlamış gibiydi hepsi!
Modern, çağdaş, aydınlık yüzlü insanlar kaplamıştı her yeri.
Bir tek “çingene maşası” suretli, üzerine kelebek konmuş o şopar bozuyordu salonun havasını!
Avukat Erol Kılıkçıer hoş bir misyon yüklenmiş.
Rumelisiad yönetimi olarak gerek kendi aralarında oluşturdukları, gerekse Avrupa Birliği’nden sağladıkları fonlarla Balkanlardaki ata yadigarı binaları onarıyor, oraların eksik gediklerini tamamlıyorlar.
İçim açıldı o gece.
Baloya sponsor olan Tetra Yapı Malzemeleri Firmasının yöneticilerine ben de teşekkür ediyor, kendilerine “hayırlı işler” diliyorum.
Bursa’da son yıllarda bir güneş gibi parlayan iklim-ül Rum’un ferasetli, aydınlık derneği Rumelisiad’ın tüm üyelerine de elbette!